Ne zordur aslında, okuyanlara kolay gelir. Yazıp bitirdikten sonra
yazana da… Oysa başlamak bir yazıyı kotarmak, benzetiş çok doğru,
doğum gibidir. Konunun tohumu düşer akla önce. Bir olay veya bir durum…
Bir görüntü… Bazen çağrışım gibi bir şey…. Bir sis perdesinin arkasında.
Bazen şimşek çakması gibi… ansızın… Bazen belli belirsiz, karanlık, kaygan…
Uzandığın anda kaybolacakmış gibi. Sabretmelisin.. Sabredersen eğer,
ardından netleşme belirme ve gelişme gelecektir. Gelişme dallanır budaklanır
sonra. Öyle bir hale gelir ki, beynin zapdedilir adeta. Kendin olmaktan
çıkmaya başlarsın. Huysuzlaşırsın. Beynin yavaş yavaş dış ortamla ilişkiyi
keser. Artık kahramanlar yaşamaktadır bedeninde. Sen elini yüzünü
yıkarken, “Buraya şu çiçekleri dikelim” der, kadın kahraman. Sen çayını
içerken, “Bana bunu mu yapacaktın” diyerek şrak diye tokadı patlatır erkek
kahraman. Kendini müthiş savunmasız hissedersin. Yolda yürürken, bir
araba çarpabilir mesela, bir karaktere giydirdiğin bir repliğin nasıl durduğuyla
meşgulken beynin. Evi paylaştığın kişilerin, işinle ilgili bilgileri ve enpatileri
yoksa eğer, senin, sağa sola tüneyerek uzaklara dalıp gitmeni tembellik
olarak algılayabilirler. Oysa beynin harıl harıl çalışmaktadır.
Ve bedenin çok savunmasızdır çook. Dışarıdan gelen,
“Ekmeği uzatsana.. hişt..sana söylüyorum” biçimindeki bir söz mesela…
Bedenini aşıp, kurgunun içine etti mi, paramparça olursun. Ve ekmek
sepetini öyle sert vurursun ki masaya, dilimler havaya fırlar. Deli, sinirli,
asabi, fevri, dengesiz gibi sözleri sık duymaya başlarsın. Özellikle dengesiz
sözü senin lakabın olur adeta. Alışırsın.
Konu daha da dallanıp budaklanıp, rüyalarını bile gasp eder oldu
mu artık, doğsa da kurtulsam diye düşünürsün. Doğumun ne sancılı
olduğunu önceki denemelerinden bildiğinden elin kaleme gitmez bir türlü.
İşte işin en zor kısmı burasıdır. Başlamak! Kağıt kalem kabusun olur.
“Korkuyorum doktor bey”
“Neden?”
“Kağıt ve kalemin işbirliğinden”
‘Hımmm…Gerçek bir deli!’
Tabi böyle bir şikayetle doktora gidemezsin. Zaten senin sorununu doktor
moktor çözemez. İhtiyacın olan tek bir şey vardır. İRADE.
Bütün iradeni toplayıp, o korktuğun nesneye dokunursun. Doktora gitsen
o da aynı şeyi söyleyecektir sonuçta.
“Korkularınızın üzerine gidin.”
İşte baş, işaret ve orta parmak üçgeni içindedir korku objesi. Tamam.
Üçgene soktun, soktun da, hadi kıpırdat bakalım! Kıpırdamaz. Neden?
Karmakarışıktır her şey de ondan. Karmakarışık…
“Nereden başlasam?” Her bir cümle, olay akışı, enstantane, birbirine iyice
karışmış renkli iplik yumakları gibidir. Sağlam bir kurgu.. İşte yazara, ‘yazar’
dedirttirecek yegane şey belki de.
“Hay Allah!”
“Ne güzel kurgulamıştım oysa.”
“Ama bunu dikkate almamışsın, bu olayı başa koyarsan mantık hatası
oluyor.”
“Niye olmuyor?”
“No panik!”
İşte bu evrede işin içine soğukkanlılık girmelidir. Çünkü olmuyordur.
Kurguladığın şey bir türlü istediğin gibi akmıyordur kağıda.
“Rezalet.. yırt..”
“Bayağı… yırt…”
“Ağdalı yırt… “
“Heyy ne oluyor sana! Böyle birkaç satırla soluğun kesilirse…”
“Eyvah! Kondisyonumu kaybetmişim.”
Bir yazarın en çok korktuğu şeylerden biri de budur. Kondis-
yonunu kaybetmek. Yazmaya ne kadar çok ara verilirse, yeniden
yazmak o kadar zorlaşır. İşte soğukkanlılığın en gerekli olduğu zaman bu
zamandır. “Kondisyonumu kaybettim” korkusunu yenecek tek bir ilaç
vardır. Telkin. “No panik… no panik… Sakin ol fıstık. Her şey geri gelecek.
Kalem kağıtta akacak.”
“Sabırlı ol. Serinkanlı ol. Azmi elden bırakma ve her şeyden önemlisi panik
yok.”
“Hişt kesin şu müziği!”
“Televizyonu bağırtmayın.”
“Çocuklar bugün top mop yok. Topunuzu kestirtmeyin.”
Ve işte mırıl mırıl yazıyorsundur. Güzeeeelll… Olacak bu iş. YAŞASIN GURUR!
Şekspir, “Sanatçı gururumu yitirdim onu yeniden kazanmama yardım et
Tanrım” diye dua edermiş.
Sanatın ilk altın kuralı,
Sanatçı kendini beğenmezse üretemez.
Sanatın ikinci altın kuralı,
Sanatçı kendini beğenmişse de üretemez.
İşte bu birbirine yakın iki çizginin arasındaki dar yolda, çizgilere basmadan
ve sınırı aşmadan gitmek zorundasındır. Es vere vere.
Evet, yazıda solukluk yerler vardır. Bu solukluk yerler, büyüklü küçüklü
bağlantı yerleridir aslında. Ve bu solukluk yerlere geldiğinde, boşalmış pil
gibisindir. Kalem, işlemek istemez. Bundan şikayetçi değilsindir. Tatlı bir
yorgunluk…
Yazdıklarını okursun.
“Şu cümlenin üstünü çiz.”
“Şurayı düzelt.”
“Samimi olmamış mı ne?”
İşte yazarın korkularından biri de budur. Samimi olamamak. Zordur samimi
olmak. Öyle zordur ki, ‘zordur samimi olmak’ cümlesini yazdığın anda,
samimi olmaya çalışırsın da, zordur samimi olmak cümlesinin bile samimi
olmadığını fark edersin. E ölünün körü o zaman! İşte o tanıdık boşluk veya
hiçlik duygusu.
Neden yazıyorsun ki kılıfıyla kaplanmış. Veya yazmak gerekli mi sorusunu
kaplayan boşluk… Her neyse…
Samimi olmak zordur.
Çünkü okuyucuyu düşünerek yazmak zorundasındır. Öyle bir okuyucuyu
düşünürsün ki, yazarken beğendiğin, “Veya yazmak gerekli mi aslında
sorusunu kaplayan boşluk” biçimindeki cümleyi yazdıktan sonra gereksiz
bulursun. Öyle ya! Ne demek bu? Hiç mantık var mı? Okuyucu kurt bir
okuyucuysa eğer, bu cümleyi okuduğunda kendini enayi yerine konmuş
hissetmez mi? Falan filan. Cümleyi çizersin. Sadeleşmeye çalışırsın.
Sadeleşirsin sadeleşirsin.Yaptı. Etti. Koydu. Şu bu. Falan oldu. Filan gitti.
Ve o zaman basit derler. Evet. Basit. Dumur olursun. Dumur. Eline bir
zaman kalem alamazsın. Bir dahaki alışında, tekniğini geliştirmeye çalışırsın.
Gelişir. Ama içtenliğin azalır. Daha iyi yazarsın ama yazmak istemezsin.
Sanatçı gururunu okşayan cümleler bir bir ayıklanırken, basit olma korkusu
gelir kaleminin ucuna yerleşir. ‘Kaleminin ucuna yerleşir’ biçiminde bir
benzetmeyi yaptığın anda bile ürkmeye başlarsın. Ama içinden gelmiştir
işte. O anda planlanmış bir şey değildir ki. Ama bu tür cümlelerin okuyucuyu
etkilemek için planlandığı düşüncesini doğurduğunu bilirsin. Yazmak böyle bir
şeydir işte. Sonuçta bitirdin. Doğurduğun nedir? Bilemezsin. Mihenk taşı olup,
kendini kendine mi sürteceksin? İyi midir, kötü müdür? Yazı işte. Sanat eseri.
Yaratı… Her neyse… Ben doğurdum. Hilkat garibesi olarak değerlendirebilir bir
kısım okuyucu. Bir kısmı, “Eh fena değil” der belki. Bir kısmı da, “Bu ne ki
ben de yazarım” diyebilir. “Ben daha iyisini yazarım” diyenler de çıkabilir.
Okuyucu… Sonuçta bu şeyin ne olduğuna sen değil, okuyucu karar
verecektir. Ve dolayısıyla onu pamuklara sarıp, dolaplarda saklayamazsın.
En yakın yerdeki en güvendiğin cami avlusuna bırakman gerekmektedir.
Dergiye yani. Yüreğin ağzında dolmuşa binersin. Yüreğin ağzında dergi
binasına gelirsin. Yüreğin ağzında teslim edersin. Beğenecekler midir?
Tüh gene mi uzundur? Bekleyecek misindir? Peki ama ne kadar zaman?
Belli değildir. Kalınca bir dosya çıkarılır. Ve seninkisi gibi kalemle kirletilmiş,
bir sürü kağıtların arasına bırakılır. Şu anda senden başka herkes
tarafından, bazı karalamaların bulunduğu bir tutam kağıttan başka bir
şey olarak algılanmaz o garip. Bunun böyle olduğunu çok iyi bilirsin.
Ve bu çok normaldir. Ve sen rahatlamışsındır sanki. Üzerinden bir yük
kalkmıştır. Öyle ki, birkaç gün sonra unutursun bile. Ve ne ilginçtir ki,
kendi yazarı tarafından bile unutulmuş olan o garip,eğer layıksa,
gerçekten layıksa günün birinde taçlanıverir.
M.Ş.