Son yıllarda ülkemizin her yerinde bir karamsarlık havası hakim oldu. Siyasilere, bürokratlara, yasaların yapıldığı meclise, hakkımızda karar veren mahkemelere, içte ve dışta güvenliğimizi sağlayan emniyet birimlerine, eğitim kurumlarına, çarşıya pazara, çevremizdeki insanlara ve hatta arkadaşlarımıza, dostlarımıza duyduğumuz güven ciddi biçimde sarsıldı; herkese ve her şeye kuşkuyla bakar olduk.
Bir işi hak edene, ehlî olana vermek demek olan liyakat yok oldu. Bu ülkenin en güvenilir kurumlarından biri olan Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM)’nin yaptığı sınavlardaki usulsüzlükler, yolsuzluklar, hırsızlıklar ortaya döküldü. Üniversite, askeri okul, polis akademisi, memuriyet vb. tüm giriş sınavlarda sorular sistemli biçimde ve yıllarca çalındı. Bu sınavlara yıllarca hazırlanan yüz binlerce gencin ve ailelerinin emekleri, masrafları boşa gitti, umutları bitirildi. Buna karşılık on binlerce kişi, hileli yollarla girdikleri okullardan mezun edilerek hiç hak etmedikleri yerlere getirildi. Özellikle ÖSYM’nin 2010 yılında yaptığı KPSS olarak bilinen memuriyete giriş sınavındaki şaibeler yıllarca yazıldı, soruldu. Bu sınav sosyal medya ortamında “Tarihte Görülmemiş Bir Olay” başlığı altında şu ifadelerle yer aldı:
“KPSS tarihinde hiçbir dönemde eğitim bilimleri alanında 120 sorunun 120’sini ve 119’unu doğru cevaplayan olmadığı halde, 2010 sınavında 350 kişinin 120 sorunun 120’sini de doğru cevapladığı görüldü. Bu 350 kişinin 70’inin karı koca, 23’ünün akraba, 52 adayın ise aynı adreste veya aynı apartman, site veya sokakta ikamet ettiği anlaşılmıştır.”
Milliyet Gazetesi yazarı Mehmet YILMAZ; uzun süre hiç bıkmadan, usanmadan her hafta 2010 KPSS sınavındaki yolsuzlukları yazdı, soruşturmanın ne olduğunu sordu. Tabi ki hiç bir cevap alamadı. Ne ilgili kurumlar, ne yöneticiler ve ne de yargı organları bunları görmedi, duymadı.
Bunlara, son zamanlarda bir de ekonomik sorunlar eklendi ve ilk sıraya yerleşti. İşsizlik, iflaslar, fiyatların sürekli artması ve geçim sıkıntısı toplumun tüm kesimlerinde yakıcı, kavurucu biçimde hissedilir hale geldi.
Öte yandan birbiriyle çelişen iddialarla, iddianamelerle gözaltına alma, tutuklama kararları alınmakta ve hatta bazen iddianame bile hazırlanmadan dayanaksız, belgesiz, kanıtsız suçlamalarla pek çok insan hem de uzun süre cezaevlerinde tutulmaktadır. Bu tuhaf olaylar karşısında, acaba hangi açıklamayı yapacak diye ağzının içine baktığımız siyasilerin konuşmaları ve söylemleri ise daha tuhaf ve çoğu kere de birbiriyle çelişkili. Öyle ki bir açıklamadan çok kısa bir süre sonra, bu kez tam tersi bir başka açıklama yine aynı siyasiden geliyor. Çelişkili, tutarlılıktan ve samimiyetten yoksun bu anlayış; iç politikada, ekonomik konularda olduğu gibi dış politikada, uluslararası ilişkilerde ve diplomasi alanında da yıllardır sürdürülüyor ve ülkemiz ciddi biçimde itibar kaybediyor. Bu durum karşısında her geçen gün daha çok şaşırmakta, kime nasıl güveneceğimizi bilemez duruma gelmekteyiz. Oysa demokratik hukuk devletinin yurttaşı olan her birey kamu yönetiminin hukukiliğini, devlet ciddiyetini hissetmek ister. Ama son yıllarda biz duyguyu neredeyse yaşayamaz hale geldik, getirildik.
Geçtiğimiz günlerde, “Güldür Güldür Show” adlı bir televizyon programında; işsizlik, zamlar, hayat pahalılığı vb. sorunları görmezlikten gelen ya da çarpıtarak veren yanlı (yandaş) gazetelerin, televizyon kanallarının bu haberleri veriş biçimi “ti”ye alındı, bunlarla dalga geçildi. Ertesi gün bu program şiddetle eleştirildi, oyuncular topa tutuldu, adeta linç edildi. Bu nedenle son yıllarda ülkemizde mizah bile yapılamıyor. Her yerde baskı, sindirme ve korku iklimi hakim oldu; hiçbir şey özgürce konuşulamıyor, yazılamıyor.
İşte bu nedenle olsa gerek, insanlar; yüzyüze söyleşilerde, sosyal medya ortamındaki yazışmalarda bir şeyler söylemeye çalışıyorlar, yazılı ve görsel iletiler paylaşıyorlar birbirleriyle. Bu ortamlarda yine de, çekine çekine de olsa en çok yöneticilerin, siyasilerin geçmişteki ve günümüzdeki çelişkili açıklamaları, tutarsızlıkları gündeme geliyor, sergileniyor, paylaşılıyor. Bu yöndeki gönderilere çoğu kere yorum yapmak da zor, yazmak da. Ama en sonunda bir yorum yapma gereği duydum ve şöyle yazdım bazı arkadaşlarıma: “Yorma kendini, yolun sonu geldi!” Niye mi böyle yazdım? Sadece iyimser olduğum için, insanlara umut vermek için değil, yolun sonuna gelindiğine gerçekten inandığım için yazdım.
Nasıl gelinmez yolun sonuna? Nüfusu 80 milyonu aşmış koskoca bir ülke; sadece dev boyutlara ulaşmış ekonomik sorunları değil, iç ve dış politikadaki bu kadar tutarsızlığı, akıl tutulmasını daha fazla taşıyabilir mi?
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi başhekim yardımcısı Fahrettin Kerim GÖKAY (1900-1987); daha sonra belediye başkanı, vali, milletvekili ve bakan olur. Hastanenin başhekimi Mazhar OSMAN (1884-1951)’a sorarlar: “Beyefendi yardımcınızdı, belediye başkanı olduktan sonra ziyaretinize geldi mi?” Mazhar OSMAN’ IN cevabı şöyle olur: “Hayır, gelmedi. Bilirim, o yetenekli ve hırslı bir çocuktur; bununla yetinmez, ilerde vali olur, milletvekili olur, bakan olur ama yine buraya geleceğini sanmıyorum. Ancak ‘şunu da ben yaptım, yeri göğü ben yarattım!’ gibi havalara girdiğinde, eminim ki onu da bir gün buraya getirirler!”
Karikatürist, oyuncu ve gazeteci Altan ERBULAK (1929-1988)’a sormuşlar; “Üstad, heskesi güldürüyorsunuz da siz nelere gülersiniz?” Altan ERBULAK, kendisini en çok güldüren olayı şöyle anlatmış: “1960’ lı yılların hemen başında, Ankara’da 19 Mayıs Stadında bir maç seyrediyoruz. Hakem, maçı çok kötü yönetiyor ve inanılmaz hatalar yapıyor. Seyirciler, tribünlerden haykırmak, bir şeyler söylemek istiyorlar hakeme. Ama bu mümkün mü o dönemde. Çünkü 27 Mayıs 1960 İhtilali olmuş, sıkıyönetim var, her yerde askerler var. Maçlarda da askerler, tribünlerde seyircilerin arasında, göz açtırmıyorlar, ‘Hakem gözüne gözlük, …” vb. tarzındaki kötü tezahürata izin vermiyorlar. Derken, hakem çok yanlış bir penaltı kararı verdi. Patlama noktasındaki seyircilerden biri ayağa kalktı ve çok gür bir sesle şöyle dedi: ‘Hakem, anlarsın ya!’ Ben koptum, maçı izlemeyi bıraktım, penaltı atışını bile göremedim, gülmekten. İşte bizim insanımız, bir baskı ortamında, en güç koşullarda bile, böyle yaratıcıdır, sözünü esirgemez, söyleyeceğini söyler.”
Özetle;
“Yorma kendini,
Yolun sonu geldi!”
Öyle görünüyor ki bu ülkenin her kademesinde yer alan yöneticiler, yetkililer ve bu işleyişin, uygulamaların en ilk sorumlusu olan siyasiler, siz; tüm bu yolsuzluklarla, haksızlıklarla, hukuksuzluklarla ve özellikle 15 Temmuz 2016’da ki darbe girişiminin siyasi ayağı ile yeterince ve samimiyetle ilgilenmemişsiniz. Bu toplum sizinle ilgilensin mi artık! Yarın 31 Mart 2019 Pazar, bir seçim var, yerel seçim de olsa bu bir fırsat: Uygulamalarınızı değerlendirme, samimiyetinizi ölçme, sizinle ilgilenme fırsatı!