Sokağa çıkmak üzereyken birden kapı açıldı, avluya babam girdi. Bu saatte geleceğini beklemiyordum. Çok erken gitmiş olmalı ki omuzları düşmüş, beli eğilmiş, avurtları çökmüş. Bizden saklamaya çalıştığı bakışları kederden yorgun düşmüş. İnce ruhu böyle zamanlarda onu tuhaf bir derinliğe sürüklüyor. Sabırlı suskunluğu annemi kızdırsa da, bende her zaman hayranlık duygusu uyandırır. Talihin açtığı bu yara bizim hayatımızda durmadan kanıyor olsa da, babamın bu acı karşısında güçlü duruşunun etkisi yinede hepimizin üzerindeydi. Yoksa nasıl dayanırdık.
Her konu açıldığında arkadaşı Veysel Bey “Başka milletler bir sıkıntı çekerken feryatları bin çıktı, biz bin sıkıntı çekerken feryadımız bir çıkmadı.” dediğinde “Bizi tüketmeye güçleri yetmez. Korktukları için çok ses çıkarıyorlar.” diyor. Bu fikirlerinin arkasında öyle çok şey yatıyor ki kimse ne bir söz söyleyebiliyor, nede bir soru sorabiliyor. Onu tanıyan bilen herkesin yüreği de aynı ölçüde sızlıyor, içleri intikam duygusuyla doluyor. O ise sükûnetini koruyor. Hayatı sevdirdiği gibi neredeyse ölümü de sevdirecek bize.
Birkaç adım attığımız taş avluda babam birden bana dönerek kısık sesle “Bu yağmurda nereye gidiyordun, neden geri döndün kızım?” dedi. “Çiçekçiye, kırmızı beyaz karanfil sipariş etmiştim onları alacaktım.” dediğimde gözleri buğulandı, sakalına yuvarlanan birkaç damlayı saklamak istedi. Bakışlarını uzaklara çevirerek “Yirmi sekiz tane mi alacaksın?” dedi. Ağzında dili, dilinde kelimeleri titriyordu. Benimse boğazımda düğümlenen sözlerim nefesimi kesti. Ne cevap verebildim, ne de cesaret edip yüzüne bakabildim. Koşar adımlarla avludan çıktım. Sepeleyen yağmur altında gözyaşlarımla bir olup, hatıralara yürüyordum sanki.
Cam kapıyı aralayarak içeri girdiğimde çiçekçi “On dört kırmızı, on dört beyaz karanfili hazırladım Dilek Hanım. Şu iki tanesini de benim için götürür müsün? Doğduğu gün mübarek olsun. Minnettarım.” diyerek benim konuşmama fırsat vermeden buketleri bana uzattı. İyi insanların böyle zamanlarda acılarımıza ilaç olduğunu bilsem de, çiçekçinin merhem gibi sözlerine karşılık verecek gücüm yoktu. İnsan denilen muammayı çözmek ne mümkün, kimi derttir, kimi derde deva. Parasını öderken ettiği duaya başımla selam verip, bir an önce hatıralar vadisinde yol almaya devam etmek istiyordum.
Göğsüme bastırdığım karanfillerle yağmur altında ona doğru yürürken doğduğu günü düşündüm. Sonbaharın son günleriydi ve yine böyle sağanak altındaydı her yer. Kömür sobasıyla ısınan evimizde huzurlu bir heyecan vardı. Teyzem benimle oyun oynarken annem kucağında mavi battaniyeye sarılı kırmızı buruşuk bir bebekle içeri girmişti. Babamın elinde birkaç parça eşya ve kocaman mutluluk dolmuştu küçük evimize. Ardından uykusuz geceler başlamıştı. Bir anda abla olduğuma sevinsem de, bütün ilginin ona yönelmesine kızıyordum. Neredeyse tamamen unutulduğum hissine kapılmıştım. Herkesin uyuduğu bir gece onu pencereden atarak kurtulmayı bile hayal etmiştim. Oysa şimdi…
Şimdi düşünüyorum da böyle insanlar toplumun yüz akları ve değerli çocuklarıdır. Hayatları kadar ölümleri de değerlidir. Böyle değerleri erken yaşta bağrında saklayan toprak kederlimidir? Yoksa sevinçli mi? İçimde dinmeyen derin bir sızı var şimdi.
Hayat ve ölüm…
Aramızda beş yaş vardı. Ben ilkokulu bitirene kadar okul yolunda el ele yürüdük hep. O küçücük elleri elimde büyüyüverdi bir gün. Lise çağlarında bilgece bir asalete ulaşmış, boyu da çınar gibi uzamıştı. Bense ancak koltuğunun hizasına gelebilmiştim. Yatılı olarak okuduğu okulu tatile girdiğinde eve gelebiliyordu. Bizi ilk kez beraber görenler onu ağabeyim sanıyordu. Bizde gerçeği söylemez, gülüşüp dururduk bu yorumlara. İkimiz kardeşliği en güzel haliyle yaşıyorduk. İnsan ruhunun çılgınlığı gençlikte bir başka olur ya, bizde ara sıra çılgınlık yapardık. Yağmur yağdığında sebepsiz kendimizi sokağa atar, sırılsıklam olana kadar yürürdük. Annemin sitemini saygıyla dinler, ardından hapşırma taklidi yapardık.
Annem…
Acıyı, kederi ruhunda derin yaşayan annem… Ne halini ifade edebiliyor, ne de acısını dindirebiliyor. “Çınardan düşen yaprak gibi, genç yaşında bağrımdan koptu gitti.” der derin düşüncelere daldığı anlarda. Şimdi onun yanında sessiz hasret gideriyordur. Babam onları baş başa bırakır gelir her defasında. Neler konuşur, neler yaşar kimse bilmez, bilemez. Kabir kitabesinde ki rütbeli resmini eğilip okşuyor, ıslak güllerini kokuluyor, öpüyordur buz gibi yüzünden. Gönlü hasret, gözleri yaştır annemin şimdi.
Hainlerin ihanette oldukları o gece olmaz olsaydı. Annemin derin uykudan “Alpaslan’ nı vurdular” diyerek çığlıkla uyandığı, evin içinde gecelikle deli gibi döndüğü o gece olmaz olaydı. Vatanı kana bulayan, anaları, babaları, kardeşleri ateşlere atan hainler olmaz olsaydı. Kapımıza gelen askeri araç ve açılan bayrak bağrımızda sönmeyecek olan ateşi, o gecenin sabahında yaktı.
Kaç yıl geçti aradan? Onsuz kaç yıl? Ne acımız dindi, ne de gölümüzde ki yangınımız söndü. Bu gün Alpaslan’ ın yirmi sekizinci yaşı. Bir daha asla büyüyemeyeceği yirmi sekizinci yaşı… Annemin gözyaşlarını boncuk boncuk mezarına döktüğü, hasretiyle yandığı gün…
Annemin yanına vardığımda göz göze geldik. Bakışlarını tekrar ayetlere çevirerek okumaya devam etti. Kucağımdaki karanfilleri kenarları mermer kabrinin üzerine dizdim. Kitabesindeki fotoğrafından öperken “Ad günün mübarek olsun kardeşim, seninle gurur duyuyorum komutanım.” diyerek annemin yanına yere çöküp başımı omzuna yasladım. Gözlerimi kapadım makamla okuduğu kuranı kerim yüreğime işlerken Alparslan’ ın da bizle birlikte âmin dediğini hissettim. Gökyüzünden süzülen damlalar merhamet eder gibi gözyaşlarımızı gizledi.