Üniversite kapısından çıkıp atmacaların arasına daldığımız yılın tarihi…
Her birimiz o çocuksu ifadelerin mimiklerinden sıyrılarak, ciddi olma zorunluluğuyla karşı karşıya kalacaktık. Kalkanlarımızı kuşanacak, tası tarağı toplayıp memleketlerimize doğru yola koyulacaktır. Maziye dair her ne varsa, tozlu rafların arasına sıkıştırılmış eski resimlerde anılara dönüşecekti. Ve biz, o anılar günlüğünde hapsolmuş mutlu gençler olarak gömülecektik zihinlerde.
Dağılacaktık hayatın içine teker teker… Dallara tutunmaya çalışacaktık; yahut savrulacaktık bir yerlere, bilinmezlere… Kimimiz patron-patroniçeliğin sefasını sürecektik. Bazımız yönetici olup emirler yağdıracaktık ve zamanında yaşadığımız ezikliklerin acısını çıkartacaktık. Şansızlarımız, maşa olmaya devam edecektik. “Yeter!” diyenlerimiz, mesleği terk edecektik. Aramızda sağlam yere kapak atacaklar da olacaktı. Evlenip-çocuk yapıp çalışmayayım diye düşünen ve diplomaları rafa kaldıranlar da… “Çocuk da yaparım kariyer de” diye eli ayağı birbirine dolaşmış kadın girişimcilerimiz de… Ve bir de hayallerinin altında ezilenler!…
Ama bundan on küsür sene sonra, o çocuksu ifadelerin yerine yerleşmiş olan “olgunsu hüznün çaresizliği” sanırım en büyük yenilgi olacaktı… En şanslı geçinenlerimiz dahi, yıllar yılı içinde yer aldıkları Alice Harikalar Diyarı’nı geride bırakmanın burukluğunu hissedecekti. Hayatın pembe tonlarından ayrılıp gri seyreden tonlarını iş hayatında yaşıyor olmanın farkındalığı- acımasız gerçekliği ile… Kaç bay-bayan şanslı, hobisini mesleği haline getirebilecekti ki?!… Ya da müdüründen yediği zılgıtların, iş arkadaşlarıyla birbiri arkasından kazdıkları kuyuların çetelesini tutmayan kaç huzurlu çalışan olacaktı ki?!…
Kaç kişi gerçekten işine aşık olacaktı, hatta bu aşkı evlere taşımayı bile zevk haline getirecekti?!… Daha doğrusu mesai saatinin bitmesini dört gözle beklemeyecek ve çıkışa yarım saat kala içinden zil takıp oynamayacaktı?!… Hafta sonunu iple çekmeyecekti?!… Bayram vb. tatil günlerini takvimde işaretlemeyi hobisi haline getirmeyecekti haaa?!…
Üniversite sıralarında geçirilen her salise, hayallerle döşendi. O kapıdan kolunda altın bilezikle çıkanlar, birer birer hayatın içinde kayboldu. Turizmci olmanın ne kadar da heyecan verici olduğu, ay sonunda ellere tutuşturulan üç kuruş maaş ile unutuldu.
Geçmiş yanılgılar ile doldu… Turizm sektörünün içinde boğularak, otlaşarak enerjilerini tüketenler… Turizm sektöründe çalışmayı, sadece otelcilik ve acentecilik zihniyetiyle bağdaştıran bir kör kuyunun içinde hapsolanlar…
Bir iş yerinin kapısından girerken; altın bileziklerin, kaybetmemeye çabalanan o çocuksu ifadelerin, hayallerin yerini dayıların selamının alması… Sadece torpil kokan parfümü üzerine sıkanların göründüğü bir dünya… Parfümü sıkmayanların ise görünmediği…
Not: Sevgili okurlarım, bu hafta böyle bir yazı yazmamın sebebi; içimizdeki hayalleri biraz hatırlatmak istemem sizlere… Toplum olarak karamsarlaştık mı ne, hayallerimizi mi yitirttiler, yeteneklerimizi mi köreltiyoruz, tutsağı mı oluyoruz sorumluluklarımızın?…
“Biz kimiz arkadaş?” durun ve düşünün!…