Kentlerde yaşayanların büyük bir kısmı eğitim, sağlık, barınma ve beslenme gibi temel haklardan yoksun bırakılırken, başta su, elektrik ve ulaşım olmak üzere temel kentsel altyapı hizmetleri ile eğitim, kültür, sağlık, çevre vb. alanlarda sağlanan sosyal hizmetler özelleştirilerek, ticarileştirilmekte; kamusal kaynaklarımız yerli ve yabancı tekellere aktarılmaktadır. Emekçilerin, yoksulların ve tüm ezilenlerin sosyal, ekonomik ve siyasal yaşamdan tümüyle dışlandığı yıkıcı bir ortamda yoksulluk ve yoksunluk derinleşerek sürmektedir.
“İmar affı ”adı altında, içinde yaşayanlardan bağımsız, yeni imar hakları verilerek sermaye çevrelerine pazarlanması, özelleştirilmesi, satılması ya da tahsisi edilmesi belli kesimler için ‘köşe dönme’ aracı haline getirilmiştir.
“Halk” kavramı yerine “müşteri” kavramı ile yönetim anlayışı artık olağan hale gelmiştir. “Bireysellik, serbest piyasa ekonomisi, rekabetçilik, yolsuzluk” kavramları yükselen değerler haline gelmiştir.
Kentlerde lüks konut alanlarının, alışveriş merkezlerinin yaygınlaşması kentleri bir arada tutan unsurları ve ortak kullanım alanlarını ortadan kaldırmaktadır. Apartman dairelerinde yaşayanlar sanki uzaydan gelmiş gibi birbirlerine yabancılar. Kimsenin kimseye saygısı kalmamış ve özellikle ortak yaşam ve kentlilik bilinci geliştirilememiş, kentsel yaşam ve aktiviteler sadece ekonomik ilişkilere indirgenmiştir.
Tüm bu olumsuz gelişmeler, kentte yaşayan farklı kesimleri farklı boyutlarda etkilemektedir. Varsıl ve yoksul kesimler arası ayrışma ve uzaklaşma boyutu korkunç boyuta ulaşmıştır. Kentlerimizde her geçen gün artmakta olan fiziksel engeller ve standartlara uygun olmayan mekânsal düzenlemeler yüzünden başta engelli vatandaşlarımız olumsuz etkilenmektedirler. Sosyal hizmet üretme anlayışından uzak birçok uygulama ile kentlerde yaşayan engelli vatandaşlarımızın var olan sorunlarına yenileri eklenmekte, yaşamları daha da zorlaştırılmaktadır.
Bütün bu sorunlara ve olumsuzluklara karşın, Toplumcu ve halkçı bir yerel yönetim anlayışıdır. Ancak bütün bunları bizlere versinler diye bekler ise bugüne kadar verdiklerinden daha fazlasını asla vermezler. ”Toplumlar hak ettikleri biçimde yönetilirler.”
Niye bugün durup dururken, dertlerim depreşti ki? Çünkü yurdumuzda bir taraftan depremler, bir taraftan trafik diğer taraftan ise terör onlarca canımızı sorgusuz sualsiz bizlerden alıp koparıyor. Ölen ölsün kalan sağlar bizimdir” anlayışına saplanıp onca yetimlerin onca anaların babaların feryadına kulak mı kapatalım. Bütün bunlar bizim kaderimiz değil, alın yazımız hiç değil.
“Kentin sakini değil, sahibi” olabilmeyi becerebilir isek, derdimizin dermanını ellerimizde ve beynimizde yaratabiliriz. Çünkü gerçekte bi-rey olabildiğimiz tek seçim sandığı, yerel yönetimleri seçtiğimiz gündür. Aslında merkezi hükümetin aracı olarak kullandığı temsili demokrasiyi; yerel yönetimlerde gerçek bir demokrasiye dönüştürebilir ve bir ilke olarak kalıcı biçimde kurumsallaşmasını sağlayabilirlerse sorun kendiliğinden ortadan kalkar.
Çünkü Yerel yönetimlerin; kendi kendini yöneten, katılımcılığı benimseyen, temel kentsel sorunların olabildiğince toplumun tüm katmanlarının mutabakatı ile çözüleceğine inanan, şeffaf, hesap vermeye ve demokratik denetime açık, gücünü halktan alan yönetimler olmaları gerekmektedir. Bu da halkın yönetimde söz, yetki ve karar sahibi olmasıdır. Bunun gerçekleşmesi ise Kent meclisleri ve mahalle komiteleri gibi yeni yapıların oluşturulması gerekir.
Ancak bütün sorun gelip, isteyip, istememeye, ilgilenip ilgilenmemeye bağlanıyor. İnsanlar ne kadar yaşadı kente sahip çıkıyor?
Daha çok yaşamayı tercih ettiğim küçük ve şirin bir mahalle, ancak sahipsiz, kimsesiz ve adeta cendere altında. Bu düşünceler sadece bize ait değil, sokak da kime sorarsanız sorun aynı cevabı alırsınız. İşin tuhaf olan kısmı ise, meclis üyeleri olan bu mahalle sorunları ile ne yazık ki baş başa kalmıştır. Aslında bütün sorun biz bu mahallede yaşayanlarda. Kendimizle bir yüzleşebilsek, kimi veya kimleri tercih edip etmediğimizi görürüz.
Aslında yerel yönetimlerin, ister büyük, ister küçük yerleşim birimleri olsun, Ülkemizin en büyük sorunlarından olan deprem tehlikesini göz ardı etmemeli; bu konu yerel yönetim programlarının öncelikler listesinde üst sıralarda yerini almalıdır. Kaçak yapılaşma ve güvenli olmaktan uzak binaların güçlendirilmesi çalışması için kaynak yaratılması, afete hazırlık gibi konu ve sorunlar eğitimler yerel yönetimlerin programlarına girmelidir.
Sonuç olarak
Geri dönülmez bir noktaya gelmeden, kentli olma bilincine ulaşmalı ve en önemlisi ise yaşadığımız yerin getirim kapısı olmasına, ormanlarına ve diğer tüm doğal kaynakların tahrip edilmesine izin verilmemelidir.
Bir özdeyiş “Biri size çayınızı nasıl içersiniz diye sorduklarında fark etmez demeyin, arkadaşınız size hangi filimi izleyelim diye sorduğunda fark etmez demeyin. Eğer bir şeyler sizin için fark etmez ise bir gün gelir ki sizin hakkınızda verilecek yargı kararı da fark etmez olacaktır.”
Kaleminize sağlık üstadım. Gerçekten de kişi çevresinde olup bitenlere duyarsız kaldıkça, farketmez dedikçe aslında yaşadığı alanın daraldığının farkında değil. Nefes alamıyorum dediğinde çok geç kalmış olacak.