Osman Kavala, Selahattin Demirtaş için AİHM kararlarının uygulanmadığı, Gezi mahpuslarının ve diğer binlerce siyasi mahpusun birer rehin gibi tutulmaya devam edildiği, yönetenlerin keyfiyetlerinin giderek arşı alayı aştığı bir ortamda darbe anayasasına son vermek için yeni bir anayasa yapma talebinin inandırıcı hiçbir karşılığı yok.
1980 12 Eylül Darbesi’yle hazırlanan, 1982 yılında kabul edilen Anayasa üzerinde 21 kez düzenleme yapıldı. 100’den fazla maddesi değiştirildi.
İktidarıyla muhalefetiyle Darbe Anayasası diye diye üzerinden 40 yıl geçmiş, ama bu anayasa kökten değiştirilmemiş. Çünkü egemen siyasi çevrelerde böyle bir irade ve demokratik bilinç yok. Çünkü işlerine gelmiyor.
Toplumda demokratik anayasa talebini siyasi alana taşıyacak muhalefet de yok. Bazı iyi niyetli girişimler ve hazırlık taslakları egemen çevreler tarafından gündeme alınmasının dahi önü kesildi. Örneğin TÜSİAD’ın talebi üzerine Bülent Tanör’ün 2001 yılında Demokratikleşme Raporu bağlamında hazırladığı anayasa taslağı, bir kısım çevrelerin baskısıyla TÜSİAD’ın kendi içinde boğuldu.
Erdoğan ve retorikleri
Bugünlerde Erdoğan tarafından yeni anayasa yapılması dillendirilmeye başlandı.
Ekonomik, siyasal sorunların alabildiğine derinleştiği, doğal yaşam hakkının bile hayat memat meselesi haline geldiği ülkemizde, sanki bütün mesele yeni bir anayasal düzenleme yapmakmış gibi Erdoğan, şöyle diyor:
“Türkiye’nin demokrasi ve hukuk pratiği bize şunu söylüyor. Bize lazım olan lafzı, ruhu ve hacmiyle milletimizin dünyaya ve hayata bakışına, ülkemizin birikimine ve hedeflerine uygun bir Anayasa metnidir. Biz parlamentodaki tüm gruplarla bunları konuşacağız, görüşeceğiz. Onlar da olumlu bakarlarsa yoluma devam edeceğiz.”
“Olursa olur, olmazsa olmaz. Bize düşen kapıları çalmak. Buradan tüm siyasi partilere, STK’lara, akademisyenlere sesleniyorum. En ideal Anayasa metnini bulmak için gelin konuşalım, tartışalım, müzakere edelim ama bu süreçten kaçmayalım. Hiç kimsenin böyle bir Anayasa çalışmasından rahatsız olmasına gerek yoktur.”
Retorikteki çekiciliğe bakıldığında Erdoğan’ı tanımasak, karşımızda bir demokrasi şövalyesi var sanırız! Hâlbuki ki o dilin elinden balyoz hiç eksik olmadı.
Erdoğan, 12 Eylül faşizminin simgelerinden biri olan Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nden bu açıklamayı yaparak, güya açıklamasını demokratik renklendirmeye tabi tutuyor.
Erdoğan zaman zaman böylesine demokrasi atraksiyonları yapar; Örneğin Diyarbakır Cezaevi ve orada yaşatılan 12 Eylül’ün zulmü üzerine, 2011 yılında Cumartesi Anneleriyle buluşması vb. Erdoğan’ın iktidarı boyunca yaşadıklarımızın üzerine sıvanmasını istediği o demokrasi rengi, bir katre bile olamaz!
Erdoğan, elimizdeki metin bir darbe anayasasıdır diyor. Evet, öyleydi de iktidar tarafından 2017 referandumuna sunulan anayasa değişikliğinde bu darbe anayasası neden değiştirilmedi? Üstelik iktidar bu imkana da sahipti. Değiştirmediği gibi, o uygun konjonktürde darbe anayasanın da gerisine düşen başkanlık sistemini getirdi.
Bu anlamda bugünkü anayasa, o askeri anayasadan da geridir.
Erdoğan iktidarı boyunca bu ülke neden demokratikleşme yönünde bir ilerleme göstermediği gibi, tersine bu toplum daha bir cendereye sokuldu?
Bunun tek cevabı var: Erdoğan ve iktidar çevresi demokrat değiller ve hiçbir zaman da olmadılar.
Bunun baştan beri böyle olduğu, Erdoğan’ın 1996 yılında “Demokrasi bir tramvaydır, gideceğiniz yere kadar gider orada inersiniz” sözüyle belliydi.
Ancak Erdoğan iktidarının yolu darbeci iktidarlar tarafından açıldı. Etki tepki ilişkisi çok güzel işletildi.
Ayrıca, 12 Eylül’ün, 1990’ların o felaket yılları öyle bir boğuntu yaratmıştı ki, kimi demokrat ve liberal çevreler bile AKP iktidarına kredi açtılar. 2010 yılında o da bitti. AKP iktidarı iktidarda güçlendikçe, iç dünyası daha bir açığa çıktı. Amaç hasıl oldu, tramvaydan çoktan indiler. Çoktan beri rap rap yürüyorlar.
16 Nisan 2017’de referanduma sunulan anayasa değişikliğinin esasını cumhurbaşkanlığı sistemi oluşturdu. Meclis yetkisiz ve göstermelik bir kurum haline getirildi. Bütün güç cumhurbaşkanının şahsında toplandı. Yargı bağımsızlığı işlevsiz kılındı. Merkez Bankası bile cumhurbaşkanından talimat alır hale geldi. Denetleme kurumları baypas edildi ya da gücü alabildiğine sınırlandırıldı.
Getirilen Cumhurbaşkanlığı sisteminde iktidar kendi gücüne dayanarak tıpkı Enver Paşa’nın “Yok kanun, yap kanun” anlayışıyla kanunlar hazırladı. Bu kanun metinleri esas olarak hukukun ruhuna göre değil, tamamen iktidar çevresi çıkarlarına göre şekillendi.
Ülke neredeyse cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yönetiliyor. Bu anlayış, iktidarın elinde olmayan büyükşehir belediyelerinin haklarına keyfi el koymalarına, kupon arazilerin tanzimine kadar uzandı.
Cumhurbaşkanlığı sisteminin ülkeyi nerelere getirdiği ortada. Politik alan açma girişimi. Bütün bunlar yaşanırken iktidarın yeni bir anayasa teklifi ne derece inandırıcı olur?
AİHM’in kararlarını uygulamakla yükümlü olan Türkiye Cumhuriyeti, AİHM’in kararlarını uygulamayan bir iktidar tarafından yönetiliyor.
İktidar tarafından bir kanun devleti dahi olmaktan uzaklaştırılarak keyfi bir yönetime tabi kılınmış bir ülkeyiz.
Ekonomisinin durumu başlı başına bir sorun; hem de öyle derin ki, hükümet daha doğru düzen bir dış kredi bulamadı.
Neden?
Daha dün “Faiz neden, enflasyon sonuç” diyen Erdoğan’ın her ne kadar bugün bu konuda sesi kesilmişse de yarın ne yapacağını kim kestirebilir?
Böyle yönetilen bir ülke, demek ki güven telkin etmiyor. Bırakın ülke içi yatırımcıyı, dış yatırımcı da önünü göremiyor vb. Cumhurbaşkanlığı sisteminde dediği dedik olan Erdoğan’ın bu yeni anayasa merakı neye delalettir?
Bunun iki cevabı olduğunu düşünüyorum.
Birincisi Erdoğan kendine politik alan açıyor. Yerel seçimler yaklaştı ve daha önemlisi gündem yaratarak ekonomik krizi olabildiğince siyaseten örtmek istiyor. Erdoğan politik alan açmada, bir diğer deyişle gündem yaratmada geçmişten beri görüldüğü üzere çok başarılı.
Ancak bu başarı salt Erdoğan’a ait değil. Erdoğan’a alan açma fırsatını veren hatta altın tepside sunan bir muhalefet var. Hele seçimlerden sonra muhalefetin haline bakacak olursak, sokaklarda kirlenmiş, pejmürde bir halde amaçsızca dolaşan, kuru gürültü bile çıkaramayacak olan dermansız biçareler görüyoruz!
İkincisi, AB ve kredi meselesi. Her ne kadar AB’nin eski politik ve hukuki etki alanı çok gerilemiş olsa da sermaye çevrelerini etkileyen bir varlığı var. AB’nin sığınmacı konusundaki riyakâr tutumuyla Türkiye’ye ihtiyaç duyması, Türkiye’nin de sığınmacı istasyonu olmaya dünden razı olması ve Avrupa’nın bundan memnuniyet duyması bile, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde milim ilerleme sağlamıyor. Üstelik tam da bugünlerde AB Parlamentosu Türkiye Raporunu 18 ret oyuna karşılık 434 oyla kabul etti. Raporun özünü, Türkiye’nin demokrasideki kötüye gidişin devam ettiği ve üyelik sürecinin mevcut koşullarda devam edemeyeceği görüşü oluşturuyor.
Muhalefet yeni anayasa davetinin peşine takılır mı? Tıpkı 15 Temmuz sonrasında Yenikapı mitingine koşarak katılan muhalefet, umarım yine elinde tepsiyle bir koşu Erdoğan’ın peşine takılmaz.
Anayasa yapma talebine karşı net bir tavır göstermeyen muhalefet ya da muhalefetin bir bölümü korkarım ki, fareli köyün kavalcısı misali, düdüğü çalanı takip edebilir.
Türkiye’nin asıl gündemi mutfak yangını, özgürlükler, yargı bağımsızlığı, ekonomi, hukuk… hal böyleyken yeni bir anayasa konusunun bir parmak bal çalmaktan öte bir anlamı yoktur.
Yeni bir anayasa yapma davetinin güvenilir ve demokratik anlamda inandırıcı olması için, bazı önkoşulların yerine getirilmesi şarttır.
Osman Kavala, Selahattin Demirtaş için AİHM kararlarının uygulanmadığı, Gezi mahpuslarının ve diğer binlerce siyasi mahpusun birer rehin gibi tutulmaya devam edildiği bir ortamda darbe anayasasına son vermek için yeni bir anayasa yapma talebinin inandırıcı hiçbir karşılığı yok.
(HŞ/EMK)