Yazıma başlamadan önce Van da yedi onda iki şiddetinde deprem olduğunu ve yetmiş yedi vatandaşımızın öldüğünü öğrendim. Bu hafta aslında PKK’nın son baskınları ile ilgili yazacaktım. Lakin bu olay mesleğimi de ilgilendirdiği için benim de söyleyebileceklerim olur düşüncesindeyim.
Bu arada şunu da ifade edeyim ki bin dokuz yüz doksan sekiz İzmit depreminin verdiği zarar PKK’nın otuz yılda ülkemize verdiği zarardan daha fazla. Kaldı ki ben İzmit depremini PKK’nın eylemlerinden daha tehlikeli bulurum. Zira PKK’nın ne olduğu ve ne yaptığı belli, ama depremin ne zaman ne şiddette geleceği belli değil. Dolayısıyla her zaman tedbirli olmak gerekiyor.
Konum bu olmadığı için geçiyorum…
İnsanoğlu tarih boyunca birçok felaketlere uğramıştır ve uğrayacaktır. Ve yöresine göre devamlı tekrarlanan felaketlere zaman içerisinde önlem almıştır. Can ve mal zararlarını en aza indirmek için çeşitli tedbirler almıştır. Yaşadığı çevreyi, barındığı evini ona düzenlemiştir.
Haliyle yaşadığı felaketin şiddeti, cinsi ve oluş biçimine göre tedbirler alırken tecrübeler kazanmış, bunu kendinden sonraki kuşaklara aktarmıştır. Ve hatta Nil nehrinin taşmasındaki gibi bu kısmi felaketlerden faydalanma yoluna da gitmiştir.
İşte bu tabiat olaylarının insanlar dolayısıyla toplumlar üzerindeki etkileri yerleşim planlarına olduğu gibi yapı sanatlarına da yansımıştır. Mesela, Güney Doğu Asya da nehir kenarındaki yapılar nehirlerden birkaç metre yükseklerde kazıklar üzerine kurularak nehirlerin yükselmesinden dolayı yaşanması muhtemel felaketler önlenmeye çalışılmıştır. Yine Japonların yapı sanatı da sürekli yaşanan depremler göz önüne alınarak oluşmuştur.
Ne var ki toplumların yaşadıkları felaketlere göre çevre ve yapı sanatlarını oluşturmaları; sık-sık tekrarlanan, bir başka değişle kuşakların felaketleri ömürlerinde birkaç defa yaşamalarından dolayı hafızalarına kazınan toplumlarda mümkündür. Yüz yılda bir olan, ya da toplumların hafızalarına kazınmayacak kadar aralıklarla olan felaketler toplumlar için –şiddeti ne kadar büyük olursa olsun- bir etki bırakmaz ve toplumları etkilemez.
Nitekim ülkemizde yaşadığımız (deprem, sel, taşkınlar vs.) felaketler toplumumuzun hafızalarına kazınmamıştır ve günlük yaşamında “yaşam biçimi” oluşturmamıştır. Kısaca yapı kültürü oluşturmamıştır.
Dolayısıyla yapı alanında ki (deprem, sel, taşkın vs.) felaketlerden bizlerin kolay dersler çıkarmamız mümkün değildir.
Kaldı ki bu felaketlerin ağır faturalarla sonuçlanmasının iki önemli nedeni daha var ki; Bunlar öyle birkaç on yılda giderilecek arazlar değildir.
Birincisi, şehirlerimiz yeni oluşmaktadır. Yani köyden şehirlere göç henüz tamamlanmış değildir. Gelenler henüz geldikleri yerin şartlarının ne olduğunun farkında değildir.
İkincisi ise günümüz insanının aç gözlülüğüdür. Her şeyi en kolay ve ucuz yönden elde etme nefsidir. Çünkü devir bu devirdir,”kazan ama nasıl olursa olsun” devridir.
Diyeceksiniz ki, “kanunlar ve bizi idare edenler ne güne duruyor, onlar gerekli düzenleme ve kontrollerle toplumu disiplin altına alabilirler.”
Bir kere bizi idare edenlerin hayat görüşleri bizlerden farklı değil. Aramızda ki fark, sadece onların masanın arka tarafında olup ellerindeki yetkileridir. Eğer gerçekten bizi idare edenler bizlerden farklı, dolayısıyla daha akıllı olsalardı İstanbul’un yüzde yetmişi ruhsatsız olur-muydu?
Şehirleşme köylü zihniyetiyle olmuyor tabiki.