Hiç kimse çektiği çileli bir hayatın attığı tokat ile avurtları çökmüş, gözleri kan çanağı dönmüş olsun istemez. Ancak mutluluğun doyumsuzluk duygusuyla at başı gidişi bizleri korkutmuyor da değil doğrusu.
İnsan yaşadığı süre içinde galiba edindiği tek amaç mutluluğun sırrını çözmek. Sır veya sırlar çözülmeye doğru adım attığında, insanoğlunun o korkulu rüyası olan ölümle baş edebilmesi daha mümkün hale gelmiştir. Tarih bize göstermiş ki nice kralın, büyücünün ve sıradan insanın aklını uykularını kaçıran, o korkulu rüyadan geri alabilmesinde gizemi çözülen mutluluğun payı büyüktür.
Antik Yunan şüpheci düşünürü Epikür’ün de mutluluğun hayatın yegâne amacı olduğunu söylemesi bu arayışın bir parçasıdır. Öteki dünyaya dair beklentilerin boş birer fanteziden ibaret olduğuna, 2 bin 300 yıl önce kanaat getiren düşünürün, insanlığa yönelik mutluluk arayış daveti, hayatı hem daha yaşanılır kılmak hem de insanın özünden uzaklaşmaması adına değilse nedir peki?
Bu sorunun cevabı gönlümüzden geçene göre değil objektif durumları değerlendirerek verilmelidir. Ancak onca yılın kodları dikkate alınarak değerlendirildiğinde, insanların tek mutluluk tanımında tatmin etmek mümkündü.
Ancak yaşadığımız çağda bu durum çok mümkün gözükmüyor.
Bu kadar milyarlık dünyamızda hepimizin aynı duyguları paylaşması nasıl mümkün ki? Mutluluğun zamana ve kişilere göre farklılıklar gösteren algınaşı onu herkes için tatmin sağlayıcı bir olgu olarak durması olanaksız gözüküyor.
İnsanın tarih boyunca geçirdiği sürece bakıldığında, tıpkı diğer birçok konularda olduğu gibi, coğrafi ve kültürel barındırdığı görülür. Bu konuda sosyal psikologlar algıda seçicilik olarak değerlendiriyor. Mutluluk insana veya insanlara göre değişebilir. Tatile giderken insanın cemalinde açan güller, dönerken verdiği hüzün işe başlamanın sendromunu yaşatır.
Hiç kimse çektiği çileli bir hayatın attığı tokat ile avurtları çökmüş, gözleri kan çanağı dönmüş olsun istemez. Ancak mutluluğun doyumsuzluk duygusuyla at başı gidişi bizleri korkutmuyor da değil doğrusu.
İnsanların yaşam şartlarındaki belirleyici iyileşmeler, (Çok az azınlıklar ) insanın biraz daha kanaatkâr olmasını gerektirirken daha doyumsuz bir sürece soktu. Ekonomik, sosyal ya da politik koşullarla en iyi seviyeye gelsek de tatmin edici bir hazzı hissetmiyoruz.
Günümüzde artan intihar ve cinayet vakaları olayın geldiği noktayı önümüze koyuyor. Öyle ki yaşanan savaşlar ve trafik kazaları bile bu kadar vahameti ortaya koymuyor. Bireyler arası ihtilaflar, bireylerin kendi iç dünyalarında yaşadıkları kavgalar, özelikle kadın cinayetleri durmak ve bitmek bilmiyor.
Aslında bu insanlığın değil de sermayenin küreselleşmeye başlaması ve bozuk düzenin çarkları nerdeyse hepimizi birer maktul ve fail adayı konumuna getirmektedir.
Belki de insana bunu yaptıran şey yaratma gücünün verdiği ekâbirine özgüvendir, ya da özgüvenin ardında gizlediği zayıf tarafıdır. Bilimi ihtiyaçları ölçüsünde yaratan ve geliştiren insanın kendisiyle barışmayı sağlaması o kadar zor değildir.
Herkesin mutluluğu yakalamasını sağladığı kadar onu sabote ettiren bir iç sesi vardır. İnsanlık tarihinden bu yana iç sesini dinleyerek, kendini bilimin ve aydınlığın dışında, hiçbir şeye tahakküm ettirmeden, kendisi ile barışık olarak mutluluğunun heba edilmesine izin vermemelidir.
Bilinmelidir ki Mutluğu yakalamak ne sağ omuzumda nede sol omuzumdaki meleklerin elinde, yakalamak veya yakalayamamak tamamen kendi aklımızı kendimize hibe etmekten geçer.