Bize göre dağ çileği, yabani meyveler arasında en değerlisiydi. Yaylada dağ çileğinden başka, yabani armut, erik, yer çileği ve karayemiş de vardı.
Arkadaşının dağların yabani meyvelerini anlatması üzerine, “Yaylaya çıkıp yabani meyveleri yiyeceğim,” Diyormuş. Yaylaya özlem kıştan başlamış. Beş yıldan beri yaylaya göç olarak çıkamıyorlarmış. Evleri öyle boş duruyordu. Bu yıl iznini dağ çileğinin olgunlaşmasına göre kullanıyor ve yaylaya tek başına geliyor.
Dağ çileği için ormana gidiyor. Çileği dalından sıyırdığı gibi ağzına götürüyor. O kadar çok yiyor ki, dişleri kamaşıyor. Yalnız rastladığı çilek topluluğunun yanında çileğe benzer biraz daha iri bir başka tür çilekten de yiyor.
Normal boylu sarışın olan memur, normalden daha şişmandı. Saçlarına ak düşmüş, yüzü erken sayılır şekilde kırışmıştı.
Güneş çam ağaçlarının iğne yaprakları arasından fısıldaşırken, memurumuz çileğin farklı türünü yemeğe devam ediyordu. Bir süre sonra çileğin farklı türünün dibine yığılıp kalıyor.
Obadan çilek için gittiğini gören var ama döndüğünü gören olmuyor. Komşularına, yakınlarına da haber vermediği için herhangi bir arama yapılmıyor. Memur çilek aşkına kayboluyor. Kaybolduğu bir hafta sonra duyuluyor. Çünkü köye gitmemiş, obada görünmüyor. Geriye dönük araştırılıyor ki, çileğe gitmişti. Çilekte yediği yabani meyvelerden biri onu zehirlemişti.
On beş gün, bulunamadı ve çileğin dibindeki bataklık alanda yattı. On beş gün uzun süre, gecesi ve gündüzü belli olmadan karanlıklar içerisinde kalmış. Bataklıkta zehirlenmiş ve hareketsiz olarak on beş gün yatmış. Karanlık ve kabuslar içinde on beş gün yatmak.
Hayatını ve aklını yitirmenin eşiğinden iki hafta sonra dönüyor. Doktorun söylemesi.
Ne olduğumu anlayamadım. Gözlerimi açtım ve hemen kapattım. Kollarım ve bacaklarımdan habersizdim. Baş ve gövdeden ibarettim. Yalnız farklı bir ortamda olduğumu anladım. Çiçek kokusu içime dolduğunu hissettim. Gözümün önüne gelen görüntüler birden dağılıyordu. Önümde bastonunu yere vuran ve sakalı yere sürünen adam da kayboldu. Sakallının peşinden tavuklar uçmaya çalışıyordu.
Sancının şiddetinden soluk alamadım. Yanmakta olan bir dal parçasıyla gövdem dağlanıyordu. Elektrik tellerine bağladılar ve kızartılar. Suyun ve çamurun etkisiyle biraz olsun rahatladım. Gözün aldığı yer kırmızı toprak olan bir çölün ortasındayım, susuzluktan yanıyorum, Sağanak yağmur, susuzluğuma çare oluyor ama su içtiğimden haberim olmuyor.
Karanlık ve sessizlik çıldırmaya yatkın ortamdı. İnce uzun nağmelerle çağrılıyordum. İnancım, doğaya tutkunluğum ve sevgim bataklıkta, çamur içerisinde yatmama engel değildi. Fakat bataklık zehrimi yavaş da olsa almış gibiydi. Sancı tuttuğunda top gibi oluyordum, geçtiğinde ise çiçek gibi açılıyordum.
Ağzım açık sesim çıkmıyordu. Bir an önce bulunmam gerekiyordu. Kalabalıklara girmek gezmek istiyordum. İlaç kullanmak iyi olmanın hayallerini kuruyordum ama birden ortalık kararıyordu. Bu durumda iken, tanıdıklarımı karşımda oturuyor buldum. Doktor, iyi olacak derken kim için dediğini düşünemiyordum.
Işık sönüyor ve tekrar yanıyordu. Hastanede olduğumu fark ettim. Ölmediğime sevindim. Demek ki ömrüm bitmemiş dedim.
Serum, ilaç ve iğne ile on günde kendime geldim. Doktorun korkusu, beyinde hasarın kalmamasıydı.
Gülümseyerek, hasar önceden vardı. Çünkü dağ çileği anlaşıldı. Peki bilmediğin şeyi çileğe benziyor diye niçin yiyorsun. Ormana ve hangi semtine gittiğini bir kişiye niçin söylemiyorsun.
Bataklıkta yatmamış olsam kurtulamazmışım, doktorun teşhisi.