İlk çağ, orta çağ derken yapay zekânın gelecekte dünyayı esir alacağı bir çağa adım attık. Dünyanın oluşumundan günümüze kadar insanoğlu neler yaptı? Merak etti, düşündü, üretti, ürettiğini ucuza sattı, onunla geçindi, birileri de çaldı derken, sınıflar ortaya çıktı ve bir çağ geldi ki, bilim öne çıktı. Bu uğurda düşüncelerinde inat edenler din adamlarının öncülüğünde işkence edilerek öldürüldüler. Bilim sonunda galip çıktı. Yeni ürünler yeni buluşlarla dünyanın her tarafını sardı… Ürettikçe cepler parayla depolar ise ürünlerle doldu. Kimi patron oldu, kimi işçi. Yönetim biçimi de bulunmuştu. Patronlar bir araya gelip meclis oluşturdular. Mecliste bir başkan ve onun üstünde bir de Kral buldular. Artık Kral’ın dediği dedik çaldığı düdük oldu. Ne söylese emir oldu. Ona karşı gelmenin karşılığı ya işkence ya da ölümdü. Patronlar kulübü servetlerini korumak adına kendi aralarında polis gücü bile oluşturdular. Sonra devlet oldular ve ordularını kurdular. Patronlar bir araya gelip şirketleştiler, dünyaya açılıp kartelleştiler. Dünyayı artık tek merkezden yönetmeye başladılar. “Hayat pahalı, geçinemiyoruz, ücretler artırılmalı!” diye sokaklara çıkanları polis güçleri, “Hadi canım sende, geç makinenin başına üretmeye devam! Yoksa kovulursun” diye tehdit ettiler! İşçiler, işten atılmamak için boynu bükük ürettiler de ürettiler! Üretilenlere yeni pazarlar gerekti. Denizaşırı ülkelere gittiler. Oralarda bir baktılar ki, altın, gümüş, petrol ve daha neler neler vardı! “Oh be tam da bize göre. Ham madde sıkıntısı çekmeyeceğiz.” dediler ve oralardakilere İncil’i verip, madenlerini talan ederek ülkelerine getirdiler. Daha da ürettiler ve zenginliklerine zenginlik kattılar. İşte ABD, İşte İngiltere ve yandaşları!
Aslında orta çağdan önce Batılı ülkelerde din baskısı oldukça fazlaydı. Din adamları kiliseyi de arkalarına alarak insanların hayatlarını kendi düşüncelerinde yaşatarak bilimin de yolunu kesmişlerdi. Papazlar neler yapmıştı? Günal çıkarmak amacıyla kendilerine başvuranların şu ya da bu şekilde aldatıyor, soyulmaları ile sömürülmelerini sağlıyorlardı. Hele hele sırlarını veren kadınlara şantaj yolu ile tecavüz ediyor ve onları şehvet aracı olarak kullanıyorlardı. Halk bunları bir yere yazıyor ve gittikçe onlara karşı kinleniyorlardı. Fransız İhtilali öncesi 24 Ağustos 1572’de 60 bin Protestan bir gecede Katolikler tarafından boğazlanarak öldürülmüş ve Sen Nehri kan gölüne dönmüştü. Bu hareketlerin başlangıcı reformların da habercisiydi.
Batı’da bunlar olurken 1450’lerde iki din adamı farklı düşündü. Artık Hristiyanlığın böyle gitmeyeceğini ve bazı reformların yapılmasını söylediler. Zor da olsa, Martin Lunter (ki kapitalizmin de öncülerinden düşünülür.) ile Carvin, dinin en büyük faziletinin iyilik davranışları ile Tanrı’yı sevindirmenin yolunun insanın çalışmadan geçtiği fikrini yaydılar. Ve görüşlerini toplumun büyük kesimine lanse ettiler.
İnsan beyninin içine çöreklenen yoksulluk felsefesinin mikrobunu ortadan kaldırmadıkça hiçbir ekonomik gelişmenin olamayacağı vurgusunu o dönemde belirtmişlerdi. Çalışmak ve emeği kutsal değer olarak ibadetin ve duanın önüne geçiren zihniyetin baş mimarı da Luther olmuştur. Bu felsefe ile Hristiyanlar, çalışmayı din olarak kabul etmişler ve Tanrı’ya daha yakın olduklarını düşünmüşlerdir.
Batı bu felsefe ile orta çağdan itibaren çalışma ile yolunu hızla alırken, bizler, yani İslam Dünyası neler yapıyordu? Daha doğrusu, İslam’ı yaymakla görevli Din Adamları neler yapıyordu onlara kısaca bir bakalım.
Dinciler için kişi sadece kul ’dur. Kendi kişiliğinden doğma hiçbir hakka sahip olamazdı. Kendi iradesi dışındaki kaynaklara dayalı emirlere göre yaşamak zorundadır. Kişinin, devlet demek olan ve Tanrı’nın yeryüzündeki uygulayıcıları bulunan iktidar sahiplerine karşı direnmeleri, kötü ve despotik bir yönetim altında kalsalar dahi, onlara karşı sesini çıkarması yasaklanmıştır. Şeyhler de bu pozisyondadırlar. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, mutlaka Allah adına iyi işler yapıyordur, görüşü ile biat kültürleri tavan yapmıştır.
Bilimin yayılmasında önemli bir yeri olan matbaanın Osmanlı’da izin tarihi II. Beyazıd döneminde 1493 yılıdır. Ancak Din Adamları buna iki şart getirmişlerdi. Birincisi, matbaa açma hakları yalnızca Yahudilerde olacaktı. İkincisi ise, bu matbaalarda Türkçe ve Arapça harflerle hiçbir eser basılmayacaktı. (Bu konu ile ilgili “Gök Kubbenin Altındaki Gerçekler” adlı öykümün linkini veriyorum. http://ertugrulerdogan.com/kisa-oykulerim/gok-kubbenin-altindaki-gercekler/ )
Ermeniler 1567’de izin alırlarken, Osmanlılar 1727’de Macar asıllı İbrahim Müteferrika vasıtasıyla matbaa ile tanıştılar. O da din kitaplarını basmamak şartı ile. Yani 250 yıl sonra matbaa ancak Osmanlı ile tanışmıştı.
Din Adamları, hastalık, sağlık, temizlik gibi konularda insanları çöl koşullarında din adına yetiştirdiler. Taş ile taharet almayı günümüze kadar taşıdılar. Hatta yakın zamanda, askeriye de tuvaletlere yazılan bir yazıda, tuvaletlerin tıkandığı ve taşla taharet alınmamasını istemişlerdi. Yine hastalığın sâri olmadığını, Tanrı izni olmadan kimseye bulaşamayacağını (vebanın bile) ve ölenlerin de şehit sayılacaklarına dair fetva vermişlerdir. Hatta hastanın ateşi ne kadar yüksek olursa, kişinin günah dökmenin de kolay olacağını belirtmişlerdir.
Kişi, onlara göre; gülmez, kahkaha atmaz, eğlenmez, duygulanarak şarkı söylemez, sanatla ilgilenmez, yemesi içmesi yine din emirlerine göre yapmak zorundadır.
Cinsel yönden o kadar uçuk fetvalar verilmiştir ki şaşmamak elde değildir! Sehl İbn-i Sad’dan aktarılarak öğretilen hadise göre, ‘iki but arasında bulunan tenasül uzvunu şer’den esirgeyen kişileri Cennette olacağını yazmıştır. Diğer yandan cinsel organlara sağ el ile dokunmamanın gerektiği de belirtilmiştir. Bu konularda daha öylesine çok örnek var ki, fazla uzatmadan din adamlarının siyaset, iş dünyası ile olan ilişkilerine bakalım.
Din Adamları her daim özellikle muhafazakârlar iktidarlara yakın olmuşlardır. Onların sürekli olarak iktidarda olmaları memnuniyet vericidir. Buradan beslenirler ve işlerini daha ileriye taşırlar. Sermayedarlarla iç içe girerek oldukça nemalanırlar ve zenginliklerine zenginlik katarlar. Bu arada Din Adamları yoksulluğu kader olarak tanımlarlar. Onlara zekât ve sadaka verilmeyi de meziyet olarak gösterirler. Yoksul sınıfın kendi hallerine şükretmelerini isterken, kendilerine sadaka veren zenginleri de memnun kalmaları ve bütün bu düzeni sağlayan Tanrı’ya tapmaları inancını kökleştirdiklerini Mısırlı yazar M. Halid bir yazısında belirtmiştir.
Bazı Din Adamları, köylerde, kentlilere karşı (onların modern yaşamlarının dine uygun olmadığını düşünerek) dinsizlik propagandası yaparak, iki toplumu karşı karşıya getirdikleri de olmuştur.
Ortadoğu ülkelerinin bugün Batı’dan geri kaldıklarını ve neden Müslümanların Batı ülkelerine botlarla ölümü göze alarak kaçtıklarını daha iyi anlıyoruz. Onlar, insanca ve kendilerine değer verilerek yaşamak istiyorlar. Dayatma ve baskılarla yaşamak istemedikleri gibi düşüncelerine gem vuranlarla birlikte olmak da istemiyorlardı. Ortadoğu’dan söz açılmışken bu ülkelerde neden Tarikat enflasyonu var? Bir de bu konuya girelim.
İslam nasıl doğmuştu? Allah’ın Hz. Muhammed’e gönderdiği ve 22 yılda indirdiği Kuran o yıllarda ahlak dışı davranışlarda bulunanlara anlatılan ve bu uğurda verilen savaşlarla başlamıştı.
Hz. Ali dönemine kadar Müslümanlar arasında öylesi büyük anlaşmazlıklar görülmedi. (632-661) Ancak ne olduysa 656 yılından sonra oldu. 4 ncü Halife seçilen Hz. Ali’nin Suriye Valisi Maviye ile arası açıldı. 661’de Hz Ali öldürülerek yerine Muaviye geçti ve ardından İslam Alemi’nde Cumhuriyet dediğimiz dönem son bulmuş oldu. Bu anlaşmazlık ilk zamanlar siyasal bir nitelik olarak adlandırılırken, sonradan yerini dinsel bir oluşuma bırakınca, İslam’da ayrışmalar başladı. Kuran’da mezhepler olmamasına rağmen İslam, mezheplerle birlikte farklı boyuta ve ibadet şekillerine yöneldi. Artık, Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli olarak dört mezhep İslam’la anıldı. Ve İslam’a hizmet etmeyi görev bildiler.
Hanefi, Osmanlı’nın da mezhebiydi. Türkiye, Ortadoğu, Orta Asya, Suriye ve Kuzey Hindistan’da yaygındır. Önderi ise derin İslami bilgisi nedeniyle İmam-Azam diye anılan Ebu Hanife’dir.
Şafiîlik ise Gazze’de doğup ve Mısır’da yaşayıp ölen İmam-ı Şafi’nin önderliğinde Abbasiler döneminde; Mısır, Şam, Irak, Iran ve Horasan’da yayıldı. Hz Ali yandaşları da deniyor. Şiîlerin kolları arasında İran’da Caferiler vardır. Ayrıca Batîniler, İsmailliler, Dürziler, Nasturiler ve Nasayinler de ayrı bir kollarıdır.
Malik-i Mezhebinin önderi İmam Malik-i Medine’de doğdu. Hicaz, Yemen ve Kuzey Afrika’da yayıldı. Özelliklerinden birisi öteki mezheplerde kirli ve dokunulmaz sayılan köpeğin bu mezhep de temiz kabul edilmesidir.
Hanbeli Mezhebinin önderi 780-855 de Bağdat’ta doğan İmam Hanbel’dir. Arabistan’da yayıldı. İnsan düşünce uslamasına karşı çıkmış, hukuksal dayanak olarak sadece kökenleri belirli olmayan hadisleri kabul etmiştir.
Evet, İslam kendi arasında mezheplere ayrıldıktan sonra esas Tarikatların İslam Coğrafyasına nasıl yayıldığına ve neler yaptığına da kısaca bir göz atalım. Çünkü bu oluşum İslam’ı olması gereken yerden oldukça uzaklaştırmaya katkı vermiştir. Bunda siyasal iktidarlarında payını göz ardı etmemek gerek!
Bu tarikat veya cemaat dediğimiz oluşumların müritleri; önder dedikleri Şeyhlerini Allah’ın ya da Hz. Muhammed’in günümüzdeki vekili olarak görürler. İlk kez 760 yılında Suriye’de kurulan Sofi ilk tekkedir. İlk Tarikat ise 1077-1166’da Abdulkadir Geylani Önderliğinde kurulan Kadiriliktir. Daha sonra, 1317-1389’da Şeyh Mehmet Baahaddin’in önderliğinde kurulan Nakşibendiler, 1207-1273 yıllarında Mevlana Celaleddin Rumi’nin önderliğindeki Mevlevi Tekkeleridir. Bektaşilik’te Şiî izleri vardır. Yine Rufailer, Halvetler ve Ticniler’de ayrı bir tarikatlardır.
Gelelim günümüzde ülkemizde faaliyet gösteren Tarikatlara. İsmailağa, Fettullah Gülen (FETÖ örgütü devlet içindeki yapılanması ve 15 Temmuz’da giriştiği darbe sonrası tasfiye edilme çalışmaları devam etmektedir.) İskenderpaşa, Erenköy, İhlasçılar, Nurcular, Nakşibendi Yahyalı, Melamiler, Hakikatçiler, Hazneviler, Menzilciler, İcmalciler, Uşakkiler, Cerrahiler, Helveti, Adnan Hoca (Tutuklandı ve tasfiye edildi.) Mustafa İmamoğlu ve daha bilinmeyenler…
Aynı şekilde İslam Coğrafyasında hemen hemen her ülkede Tarikatlar, İslam adına da olsa farklı görüşleri ile faaliyet göstermektedirler. Bu kadar çok tarikat neden vardır? Kuran’da anlatılan İslam ile Tarikatların uyguladıkları fıkıhlar birbiriyle örtüşüyor mu? Bu da derin bir inceleme konusu olsa gerek.
Tarikatlarda Şeyh aşırı yüceltilmekte ve tartışmasız ne yaparsa yapsın, müritlerince kabul edilmektedir. Dört Halifelik döneminde İslam’ın tek kurumu önceleri mescit olan, daha sonra Mecusiler’in ateş kulesinden esinlenerek alınan minare ile Muaviye dönemindeki Camilerdi. İslam’la ilgili ibadet ve eğitim yalnızca buralarda yapılırdı. Peygamberlerin sağlığında meclis görevi de gören bu yerler dışında bir oluşum yoktu. Günümüzde bu oluşumu da siyasetin içine çekerek insanların birçoğunu ne yazık ki, Camilerden uzaklaştırdılar.
Tabi ki, İslam yolunda insanları gerçekten iyiliğe yönlendiren, onlara ahlaki felsefeyi öğretenleri tenzih ediyorum. Dini kullanarak (ki Kuran’da uyarılmışlardır) bundan nemalanan ve dini siyasete çekenlerin birçoğu eline geçirdikleri gücü istismar etmişlerdir. İnsanların hem ruh dünyasını hem de maddi yönden zarar veren kişiler olmuşlardır. Müritlerine anlattıkları masalsı hikâyelerle kendilerini olağan dışı bir varlık olduklarını ve bunun sonucunda da müritlerinin körü körüne kendilerine itaat etmelerini ve tabi olmalarını istemişlerdir. Bu konuda neler işitmedik ki neler!
Nefislerini terbiye edeceğim diye cinsel organını müritlerine öptürenler. Müritleri tarafından Şeyhlerine sunulan eş, kız kardeş hatta annelerinin bile olduğunu duymak tüyler ürpertici olsa gerek! İşi din kisvesi altında ticarete döküp holdingleşen hatta devletle yarışacak hale gelenler de yok değildir. Müritlerine Cennet vaat ederek bademleme denilen iğrenç yöntemle sır odasında yalnızca tek müridi ile ilişkiye giren Uğur Korunmaz denen sahtekar sapık 188 yıl hapis alanlardandı. Ve bir müridi, “Karım isterse Şeyhimizle cinsel ilişkiye girebilir, bundan memnun olurum.” diyebilme noktasına getirilebilmesi de vahim ve düşünülmesi gereken bir durumdu. İnsanlar aklını ve bedenini Şeyh teslim noktasına gelmeleri de ayrı bir inceleme konusu olsa gerek! Yazık!
İşte İslam’ı kirletenler! Buna en çok sevinenler de emperyalist ülkelerdir. Çünkü sapkınlığa yönelen tarikat ve mezhepler arasındaki ibadet şekilleri ve fıkıh ayrılıkları, hele hele mezheplere gönül verenlerin birbirine olan sürtüşme hallerini gören bu ülkeler, ileri teknoloji sayesinde onlarla kedinin fare ile oynadığı gibi oynamaktadırlar. Bol bol silah sat, sonra da birbirleriyle kırdır. Bakınız Ortadoğu ülkelerinin haline! Birbirlerini yemekten bıkmadılar! İşin en kötüsü de bu tarikatlardan bazılarının bu ülkelerin gizli örgütleriyle iş birliği yaparak ülkelerini onlara teslim etmelerine yardımcı olmalarıdır.
Osmanlıdan günümüze ulaşan tarikatları Atatürk kapatmış ve Cumhuriyete yeni bir sayfa açmıştı. Ancak 1950’den sonra sağ iktidarlardan yüz bulanlar tekrar tarikatları kurarak, ülkenin siyasetine ortak olmuşlardır. Hatta ülkeye FETÖ gibi en büyük kötülüğü yapanlar bile olmuştur. Bazı Müslümanlar, dışarıda düşman aramasınlar, bir dönüp aynaya baktıklarında bütün kötülükleri kendilerinde göreceklerdir.
Ertuğrul ERDOĞAN
ontemmuzikibinondokuz.