O zamanlar tüketim bu kadar yaygın değildi. Zaten dışarıdan alınıp tüketilecek pek fazlaca da bir şey yoktu. Her evin yakınında bir “çevriği” vardı; evin kadını bu çevrikte salatalığını, kabağını, bezelyesini, fasulyesini, karalâhanasını, maydanozunu, kinzilisini (kişniş, gürcü otu), pırasasını, soğanını, sarımsağını, gostilini (patates) pezüğünü (pazı) vs. kendi ev ihtiyaçları için yetiştirirdi. Ahırda en az bir sağılan ineği olurdu; yoğurt, süt, ayran, tereyağı, çökelek, keş karasığır cinsi yerli inekten sağlanırdı. Pekmez dut ağacından, nerdeğini üzüm veya elmadan kaynatırdı. Ihlamurunu kendi toplar kurutur, asma yapraklarını kendi salamura ederdi. Baharla birlikte yörenin endemik otları olan sakarca, galdirik, gabalak, hoşgıran, taze ısırgan, melocan ucu vs. de sofralarda değişik tatlar için yer edinebilirdi. Hem ekmek ihtiyacı için hem de kışın malların beslenmesi için mısır tarlaları vardı. Mısır unundan ekmek yapıldığı gibi mutlaka fasulye, pancar (karalahana) yemeklerine katılır ayrı bir lezzet elde edilirdi.
Yörede hava koşulları nedeniyle yetiştirilmeyen domates, biber, patlıcan gibi sebzeler Çarşamba veya Bafra ovasından pazara getirilen sebzecilerden alınır; şeker, sıvı yağ, bulgur, pirinç ender olarak buğday unu, sabun bakkallardan alınan en önemli yiyecek ve ihtiyaç maddeleriydi. Deterjan çok sonraları 1970’lerden sonra bir daha çıkmamak üzere girmiştir evlere…
Geniş pekmez tavası, kazan, leğen, tencere, ibrik, bakraç, güğüm, tas, sahan, sini, sitil gibi en çok kullanılan mutfak gereçleri mutlaka bakırdan olur, yemek yapılanlar ve yenen tencere, tas, sahanlar kalaylatılırdı. 1970’lerin ortalarında kalay istemeyen alüminyum tencere, tabak, tas vs. mutfaklara girse de pekmez tavası, güğüm, kazanlar uzun süre bakır olma özelliğini korumuştu. Plastiği bilen yoktu desek yeridir o tarihlerde. Tarlada bağ-bahçede kullanılan kürek, dirgen, bel, balta, orak, girebi, kirinte, tırpan, nacak gibi el aletleri sıcak demir işi yapanlardan alınırdı. Bu aletlerde kaynak kullanılmazdı. Demircilerden gelen çekiç sesleri, körüğün harladığı meşe kömürünün kokusu unutulmazlarım arasındadır.
Tırmık meşe ağacından yapılır, dibek karaağaçtan oyulur, mısır koçanı dövülen çit avu (mor ormangülü) dallarından örülürdü. Çalı süpürgesi dağ çileği (çalı çileği) çalılarından, ev süpürgesi zalıttan (süpürge darısı) sarılırdı. Şelek (hey de derdik), sepet ve gıdıklar (küçük sepet) ham fındık ağacından çıkarılan şeritlerden örülürdü. Tahta harman küreği kızılağaçtan yontulurdu. Kirman, tahta kaçık ve kepçe, darı çivisi, saplık hepsi ağaçtan yapılırdı.
Bizim köy kuş uçuşu Karadeniz’e en fazla 8-10 km olsa da, rakımı 550 civarındadır. Onun için her meyve sebze sahil kesimine göre 10-15 gün sonra olur. Köyün eskiden ormanı olup sonradan devletin el koyduğu Sayacabaşı’nın rakımı 700 civarına yükselmekte, orada sebze meyve ise bizden 8-10 gün sonra olgunlaşmaktadır. Yörede rençperlik genellikle Nisan sonu Mayıs başlardı. Çevriğe diklen ürünlerden önce, Haziran ortalarına doğru bezelyeler olur, ardından pırasa sökülürdü. Bezelyeler genellikle taze tüketilir, pırasalardan ise turşu kurulurdu. Havalar kurak gitmezse, dikilen diğer sebzeler Temmuz ortalarından sonra büyür veya ürün vermeye başlardı. Bahar endemikleri de kaybolduğundan veya kartlaştığından, arada bir 20-25 günlük zefillik dönemi olur. Allahtan bu dönem 2 yıllık bir bitki olup yaz kış yenebilen karalahana ve kıştan kalan kuruluk ve turşularla geçiştirilir, diğer sebze ihtiyaçları dışarıdan sağlanırdı. Köyün en bereketli dönemi Temmuz sonu ve Ağustos aylarıydı. Karalahanadan sonra en çok yetiştirilip tüketilen sebze fasulyeydi. O zamanlar fasulye çeşidi de çok fazlaydı; beyazı, yeşili, sarısı, kırmızı alacalısı, enlisi, uzunu çeşit çeşit mısır tarlalarında mısıra sarılır uzarlardı. Kış için fasulye yaş iken kurutulur (kıyma veya doğrama şeklinde) ve turşusu yapılırdı. Tarlada kalanlar ise tane olarak (genelde barbunya fasulye tanesi olurdu) mısırlar biçildikten sonra toplanırdı. Yetiştirilen ürünlerin hemen hemen hepsi aile öz tüketimi içindi. Her şey bilek gücüyle üretiliyordu ve verim dış pazara ürün sunamayacak kadar düşüktü.
Yaz kış tüketilmek üzere yetişen her şeyin turşusu kurulurdu. Karalahana, fasulye, kiraz, taflan, pırasa, galdirik en çok tüketilen turşulardı. Eskiden erişkin adam beline gelen küplere kurulurdu turşular. Küplerin ağız kısmı daha dayanıklı olsun diye olsa gerek karasakızla kaplanır, çatlayan veya sızdıran yerlerde karasakızla tamir edilirdi. Çünkü toprak küplerde dışarıdan alınırdı, dayanabildiği kadar kullanılırdı. Sonra plastikler köye girmeye başlayınca büyük plastik bidonlar küplerin yerini almaya başladı, eski turşu tatları bozuldu…
Yöre ikinci Dünya savaşından sonra yapılan Samsun-Trabzon karayolu ile Anadolu’ya bağlanabilmiştir. Bu döneme kadar ulaşım sadece deniz yoluyla yapılabiliyormuş; haliyle hem sosyal hem ticari olarak içine kapanık bir bölge olarak kalmış uzun yıllar. Bu coğrafi nedenlerle zorunlu içe kapanıklık nedeniyle yokluğu ve yoksulluğu birlikte yaşamış yöre insanı… Öyle zengin ile yoksul arasında günlük yaşamda pek bir fark göze çarpmıyordu 1970’lerin ortalarına kadar. Zenginin toprağı belki fazlaydı ama fındığını toplayabilmek için, mısır tarlasını ekip biçebilmek için fakirin emeğine muhtaçtı. Her fakirinde aslında kendini doyuracak, ele güne avuç açmayacağı bir fındıklığı ve tarlası vardı. Büyük arazi sahiplerinden de gündelik geliri odlumu fark bir nebze kapanıyordu. En önemli fark neydi biliyor musunuz? Varsıl ile yoksul arasındaki özgüven farkı ve at farkı idi… Fakir olan köylü yıl 12 ay, sadece yük taşıma gücünden faydalanacağı atı besleyemiyordu. At hayvanı nazlı, bakımı külfetli bir hayvandı.
Bir de zenginin kıyılığı, çarşılığı olurdu kasketinden ceketine, yeleğinden iskarpinine kadar, o kadar işte… Günlük yaşamda aralarında bir fark yoktu. Ve kadınlar arasında iyi yama yapmak maharet olarak görülürdü. Ahşap evlerinde kullanılan eşyalarda da göze batacak bir varsıllık farkı olmazdı, aşağı yukarı aynıydı. Belki bir iki ahşap sandalye olurdu zenginin evinde o kadar… Çoğu evde masa da yoktu, çünkü yemekler yer sofrasında, sini üzerinde ve aynı kaptan yenirdi. Tasa veya tabağa ilk kaşığı evin büyüğü daldırırdı. Sofrada konuşmak pek hoş görülmezdi; kalaylı bakır taslara veya derin sahanlara değen metal kaşıkların bir birini takip eden metal sesleri de unutamadıklarım arasındadır.
Çok fakirin evinde kandil, orta hallinin evinde gaz lambası, varsılın evinde de lüks lambası yanardı, ama o da her zaman değil, misafir geldiğinde… Düğün davetlerde bu lüks lambası ev ev dolaşırdı, köyün varsıllarında da öyle kibir, nekeslik, büyüklenme pek olmazdı… Köylük yerde, sonuçta herkes bir birine bir şekilde akrabaydı…
Her şey 1970’lerden sonra değişmeye başladı. Almanya’ya ve İstanbul’a göçler sonucu köyün caburları paralandı, parladı. Toprak sahibi olmak zenginlik değildi artık. Zengin şehrin nimetlerinden faydalanıp, şehirde tüketendi; asfalt yola ayak basandı… Henüz şehirli gibi tüketemese de görendi, bilendi, anlatandı farklılıkları…
Alüminyum kaplar girdi 1970’lerin sonlarında köylere, elektrik girdi, plastik girdi… Bakır kaplar satıldı hurda fiyatına, kalaycılar kapandı… Tüplü üç gözlü ocaklar girdi evlere, evlerdeki ocaklıklar yıkıldı, sacayakları senede üç beş kullanılır oldu… Fındık patozları için yollar açıldı her evin harmanına, atlar satıldı… Toprak da olsa köy yollarında minibüsler çalışmaya başladı, poşet çantalarla taşınır oldu sebze, çay-şeker, bulgur… Heybeleri güveler kesti… Televizyon girdi evler, Dallas dizisine yetişmek için en hızlı imamın arkasında saf tuttu köyün bir yarısı… Lakaplar kusurlardan veya yeteneklerden değil dizilerden esinlenir olmuştu artık. Ceyar, Kuliç, Gargamel vs…
Bir zamanlar yokluğu paylaşıyorlardı insanlarımız ve daha mutluydular… Daha sonra varlığı gördüler ama mutlu olamadılar… Çünkü varlığı nasıl paylaşacaklarını bilemiyorlardı… Şimdi torunlar var artık boylu poslu, evli barklı… Yokluğu bilmedikleri gibi varlığın da ne demek olduğunu bilmiyorlar… Tüketiyorlar tüketiyorlar, tükettikçe de mutsuzlaşıyorlar nedense… 18.10.2014