Başlarken..
Merhaba tüm dostlara yazıma başlarken sizinle uzun soluklu olarak seyrettiğim ve seyredeceğim film incelemelerini paylaşacağım. Genellikle gişe kaygısı olmayan günümüz popüler kültür kaygısıyla üretilmemiş ama sanatsal kaygısı olan ve kült kategorisine girmiş olan filmleri tanıtmak ve anlatmak istiyorum.
Bu yazım da Güney Amerika’dan benim çok beğendiğim ve vahşi Kapitalizmin acımasız yüzünü gösteren bir film inceleyeceğim, şimdiden keyifli okumalar.
Bin Başlı Canavar (2015)
(Un Monstruo de Mil Cabezas) 74 dk
Yönetmen:
Rodrigo Plá
Senaryo:
Laura Santullo
Oyuncular:
Jana Raluy, Sebastian Aguirre, Emilio Echevarria, Veranica Falcon
Ülke:
Meksika
Tür:
Dram, Gerilim
Vizyon Tarihi:
17 Haziran 2016 (Türkiye)
Dil:
İspanyolca
Müzik:
Leonardo Heiblum, Jacobo Lieberman
Venedik’e Film Festivalinden sonra İstanbul Film Festivalinde de gösterilen ve ödül alan Meksika filmi: Bin Başlı Canavar – Un Monstruo de Mil Cabezas. Uruguay asıllı Meksikalı yönetmen Rodrigo Plá filminde kapitalizmin yaşam-ölüm üzerindeki rolünü inceliyor ve bunu 75 dakika gibi kısa bir zaman diliminde seyirciye iletmeyi başarıyor. Kapitalizmin Azrail’le olan anlaşması filmde ilmek ilme dokurnurken baş karakter Sonia (Jana Raluy) ise kocasını kurtarabilmek uğruna sistemin işlevsel bedenlerini Azrail’le tehdit edişine tanıklık ediyoruz.
Kapitalizmin güven veren yüzü sigorta şirketinin, kanser hastası kocasına gerekli olan ödemeyi yapmamasıyla, mağdur Sonia Bonet Kapitalizm canavarının yüzlerinin ilkiyle tanışır. Bürokrasinin kahreden yavaşlığında zamanı daralan kocasının tek kurtuluşu ise şirketten ödeneğin alınması ve tedavinin tekrar başlamasıdır. Sonia, çirkin kapitalizm yaratığı ile savaşabilmek için insanın en çirkin yüzüne başvurur: şiddet. Solunda oğlu Dario (Sebastián Aguirre), sağ elinde tabancayla kocasından sorumlu doktorun evine gider ve şirketin üst düzey yöneticilerinin evlerine de bir bir uğramak zorunda kalır. Sonia elindeki dosyaları onaylatmaya çalışırken, kendini kapitalist sistemin deviniminin güvence altına alındığı koca bir labirentin içinde bulur. Labirentte karşısına çıkan her şeye insanlığı anımsatmak ve bir hayatı kurtarmak uğruna labirentten çıkıp sistemi alt etmek zorundadır.
Kaymak tabaka en korkak kesimdir; ne de olsa vahşi kapitalizm yaşamlarını ele geçirmiş, kaybın korkaklığına hapsetmiştir. Peki kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar? Sonia, yaşamını ailesi üzerine inşa etmiş, güçlü bir kadındır ve yıkılmaya yüz tutmuş yaşamı, eşini kaybetmek korkusu onu korkusuz birine dönüştürür. Medeniyetin iletişim dili vasıfsız olan ilkel tarafına dönmek zorunda kalır ve insanların korkusundan beslenmek ve dolaylı olarak kendi, doğrudan da kocasının yaşamını kurtarmayı amaçlar. Deneyimsizliği her hareketinden okunan Sonia için şiddet bir ifade metodu değil; yaşama karşı yaşamın bu yüzü ile bir savaş metodudur. Bürokrasinin dayattığı uzun ve dönemeçli yollarda yolunu bulmaya çalışan Sonia, silahını her doğrulttuğu kişiden yanlış bir yol tarifi alır çünkü danışmak zorunda olduğu kişiler kapitalizm canavarının suretleridir. Sonia kapitalizmin dehlizlerinde yolunu kaybeder fakat seyirci olarak bizler sistemin acımasızlığını daha iyi anlama ve gözlemleme şansı yakalarız.
Filmin en etkileyici tarafı yönetmen Plá’nın sinema dilini kullanarak canavarın tanımlamasıdır. Sonia’nın sistemle savaşı ön planda fakat yönetmen ana örgünün dışına çıkıyor ve sisteme bu sıra dışı durum üzerinden bakmaya çalışıyor. Sonia kapitalizmle olan mücadelesinde karşısına çıkan her bireyde aynı duvara tosluyor ve her seferinde neden orada olduğunu açıklamak zorunda, tekrar ve tekrar. Yönetmen her seferinde Sonia’nın ikna çabasını göstermekten kaçınıyor, yan karakterlerin yaşamlarından anlık kesitler sunmayı tercih ediyor. Bu kısa geçişler filmin devinimini arttırdığı gibi sistemde evcilleşen, tembelleşen tiplemeleri karşımıza çıkarıyor. Daha da önemlisi yan karakterler hikâyenin gidişatı kadar filmin sonucu için de önemliler. Sonia’nın mücadelesine tanık oldukları gibi sinema dilinde bir anlatım tekniği olan flashforward voice-over’larla (şimdiki zamandan geçmiş zamana dönüş) mahkemede karşımıza çıkıyorlar ve kendi deneyimlerini anlatarak sistemin muhakemesini haklı çıkarıyorlar.
Görüntü yönetmeni Odei Zabaleta’nın kamerayı adeta filmdeki silâhın teknik yansıması olarak kullanmış. Geniş açı lens kullanımlarıyla seyirciye gözlem şansı sunuyor, ancak içine girdiğimiz dört duvar arasında yalnızlığı da tetikleniyor. Her ne kadar Sonia’dan uzaklaşıp olay örgüsünün çevresinde tur atsak da bir yanımıza olanların etkileri hep üstümüzde ve Sonia’yı duymasak da savunması hep kulağımızda. Ana olay ve etrafındaki hayatlar bağlantısını çok güzel kurgulayan Miguel Schverdfinger görüntü yönetmeninin görsel ihtişamını başarılı bir şekilde noktalıyor ve yumuşak geçişlerle anlatının yer aldığı bütünü tek tek inceleyebiliyoruz. Kameranın giriş-çıkışları doğal ve beklenmeyen keskin değişimler seyirciyi şaşırtarak canlı tutmayı başarıyor.
Sonia tek durumla yola çıkan ve filmin sonuna kadar bir gelişim göstermeyen bir karakter. Değişmeyen karakter yer yer rahatsız etse de yönetmen bunu görünmez rakiple kapatmaya çalışmış. Bin Başlı Canavar’ın sistem eleştirisi ve kadın üzerinden yürüttüğü hikâye açısından da kesinlikle kaçırmaması ve sistemin diğer çirkin yüzlerine bakması gereken bir film.
İyi seyirler.
Sabriciğim başarılarının devamını diliyorum. Yazılarını zevkle okuyorum.
“Sinema” ve “Film İncelemeleri” üzerine yazıları bu ortamda görmek, okumak çok hoş olacak. “Yedinci Sanat Sinema”, bir tutkudur.