Bizim bir Usta’mız var. Bazan bir çay molasında yahut işlerin sakin yürüdüğü zamanlarda çırakları akıllarına esen soruyu ona sorarlar. O da sağolsun iki eli yağda da olsa soruları cevapsız bırakmaz. Soru ne kadar akla ziyan, saçma sapan olursa olsun, soruyu değil soranı kaale alıp mutlaka cevaplar. Önceleri; yaşını başını almış, işinin ehli ve görmüş geçirmiş bir insan olan Usta’mızın onca meşgalesi arasında bacak kadar çırağı niye bu kadar önemsediğine şaşırırdık. Biz mi bu şaşkınlığımızı açık ettik yoksa o mu ferâsetiyle bunu farketti bilmem ama bir keresinde lafı oraya getirip sebebini bize açıklamıştı..
Demişti ki: “Değer vermediğim şeye emek vermem. İşime değer verdiğim içindir ki ona hem emek veriyor hem de sürekli olması için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Bir şeyin devamlı olması onu taşıyacak zeminin varlığına bağlıdır, bu zemin kimi zaman insandır, kimi zaman bir nehir yatağıdır ya da başka şey.. Siz çıraklarım işte bunun için varsınız; işimi omuzlayıp sürekliliğini sağlamaya liyâkat kazanmak için.. Yarının Usta’sı olmak için. Çırak olmadan Usta olunmaz, insan olmadan çırak olunmaz, insan gibi muamele edip insan gibi muamele görmeden insan olunmaz.” Üzerine bir kelime daha söylememişti..
Belki bunu çıraklığa ilk başladığımız gün bize söylese ne demek istediğini anlamayacaktık. Ama Usta’nın yanında geçirdiğimiz bir-iki yıl bize birşeyler öğretmişti. Yaşa başa, statüye v.s. bakmadan, Usta’mızın her insana, en değerli şey olarak gördüğü ‘bilgi’yi esirgemeyecek kadar değer atfettiğini biliyorduk. Bir şeyi daha biliyorduk; her insanın kendisine atfedilen değeri taşımaya takatinin yetmeyeceğini ve dolayısıyla onlara hesapsızca verilecek bilgiye de hebâ olmuş gözüyle bakılması gerektiğini öğrenmiştik.
Biz çıraklarının soru ve meraklarını niye cevapsız bırakmadığını, bize önceleri bizi de şaşırtacak kadar verdiği bu değerin arka planında yatan sebebi öğrenmemiz bizi hem rahatlatmış hem de gururlandırmıştı. Bazan haketmediğimiz değerin bize ivazsız garazsız, peşin peşin verilmiş olduğu havasına girip şımarmaya meyleder gibi olsak da Usta’nın her daim üstümüzde hissettiğimiz bunaltıcılıktan uzak latif gölgesi bizi bundan alıkoyarak makul çizgide kalmamızı kolaylaştırıyordu.
Fakat herşeye rağmen uzun bir müddet, arada bir içimizi kemiren bir kurtla beraber yaşamak zorunda kaldık. Sonradan anladık ki, meğer bu kurt, çıraklar olarak hepimize az veya çok musallat olmuş. O kurt ‘içimizden biri’ olarak ikide bir bize şunu fısıldıyordu; “yahu çocuklar, Ustamız iyi hoş insan, bize bu yaşımızda bu aylaklığımızla inanmakta zorluk çekeceğimiz kadar değer verip insan yerine koyduğundan da şüphemiz yok. Zaten bize gösterdiği muamele ile bunu yaşayarak da görüyoruz, aksini düşünmemize imkan bile bırakmıyor. …da, niye nadiren de olsa bazı sorularımızı cevapsız bırakıp bizi kendi sükûtuyla başbaşa bırakıyor? Ya da bazı soruların cevabını verirken; konuya girişine bakarak, cevabın bir defter sayfası dolduracak uzunlukta olmasını beklerken tam dinlemeye ısınacağımız noktada sözü bıçakla kesmiş gibi kesiyor?.
Öyle ya, madem değer veriyorsa onca sözü, izahatı, hikmeti binbir çileyle bedel ödeyerek özenle biriktirip sakladığı kesesinden eli titremeden, esirgemeden avucumuza koymaktan kaçınmayan insan niye zaman zaman beklediğimizden daha azını verir ya da hiç vermez!? Biz Usta’nın bu tavrını neye benzeteceğimizi bilemiyor, ancak tam olarak uymasa bile, sınırsız servete sahip bir adamın her zaman gittiği lokantada yiyip içtikten sonra ödediği faturaya ilaveten hizmeti dokunanlara hatırı sayılır bahşiş vermek adeti olduğu halde arada bir sebepsiz yere bunu yapmamasına benzetiyorduk.
Günlerden bir gün Usta rahatsızmış, gelemedi. O gün, koca gün boyu meydan bize kalmıştı, ağa da bizdik paşa da.. Biz bu hevesle ufak ufak şarkı mırıldanarak ve ıslıklar çalarak başına buyruk kalmanın tadını çıkartmaya hazırlanıyorduk. Lakin daha bir saat bile geçmemişti ki bütün sevincimiz, hevesimiz yerini derin bir hüzne terketmişti. Bütün terennümler, bütün şen şakrak sesler bir anda dimağlarımızdan uçup gitmişti. Hepimiz kendimizi, arada bir Usta’nın oturup, bir mıknatıs gibi çekip bizi topladığı küçük yuvarlak masanın etrafında oturmuş olarak ve birbirimize boş gözlerle bakarken bulduk. Ustamız yine yapacağını yapmıştı; yokluğu bizi dışımızdan kuşatmaya alıp gittikçe daralan bir çember gibi birbirimize doğru iterek bu masaya sıkıştırmıştı işte.. Yerimizden bile kalkamıyor, bu kuşatmayı bir türlü yarıp çıkamıyorduk..
Böyle ne kadar kaldığımızı hiçbirimizin bilmediği süre zarfında; bir taraftan içine mi düştüğümüzü ya da bizim içimize mi düştüğünü bile anlayamadığımız bu boşluğa mı yanalım yoksa diğer taraftan Usta’mızın bizi bu halde bile yalnız ve kendisinden mahrum bırakmamış olduğuna mı sevinelim diye sessizce çırpınırken, çıraklardan biri gözleri parlayarak “anladım galiba!” diyerek sessizliği yarıverdi. Ve ekledi; “hani içimizi kemiren kurt vardı ya!..” Bu çıkışıyla halihazır derdimize derman olacak bir şey söyleyeceğine dair hevesimizi kırsa da çaresiz, “Eeee?” dedik. Devam etti; “bence Usta’nın ara sıra sözünü bizden esirgeyip sükûta bürünmesi, ne bize verdiği değerin noksanından ne de bizim bir kusurumuzdan kaynaklanmıyor. Çünkü o aynı zamanda susarak konuşmanın da ustası; eğer öyle olmasa hep bir eksiklik hissederdik. Sustuğu zamanlarda söylemediği bir şey kaldığına dair izlenimi/şüphesi olan var mı aramızda?!?”
Hepimiz birbirimizin gözüne bakarak yine susuyorduk ama bir farkla.. Bu soru kuşatmayı kırıp atmıştı!.. Ve anlaşıyorduk..
Çünkü bu soruya cevap vermeye fırsat kalmadan hepimiz, bir gün kendisine, “Susmak için konuşmamak şart mı Usta?” diye sorulduğunda verdiği cevabı hatırlamıştık: “Susmak bir haldir Evlat. Halden anlamayana susman gerektiğini anlatman için konuşman gerekebilir. Ama sükûtun dilini herkes bilmez.”