Bazen bir köpek havlaması duyarsınız veya havada unuttuğunuz bir koku; gidersiniz hiç ummadığınız yerlere…
Böyle bir andı. Gecenin ilerleyen bir saatinde yaylada köpeklerin uluması ve yakılan bir ateşin kokusu ile yolculuk yaptım. Yaşadığımı bile unuttuğum detaylar canlanıverdi bir yerlerden. Masalsı bir zamana ışınlandım…
Annem Ankara’ya ameliyat için gitmişti Ben beş yaşımdaydım. Beni teyzeme bıraktılar. Teyzem Giresun ve Bulancak arasında kıyıya on dakika yürüme mesafesinde bir köyde yaşıyordu. İki katlı bir evi vardı, içinden merdivenli. Alt katta mutfak(bana göre yaşam odası) ve tuvaleti ile ahıra bağlanmış bir bölüm vardı. Üst katında üç oda. Biri teyzemin yatak odası, biri misafir odası, biri sandık odası… Misafir odası kendine has bir kolonya kokardı ve her zaman düzenliydi. O odada teyzemin büyük kızlarının okuduğu fotoromanlar da olurdu. Neden bilmem o odaya girmek yasak gibi gelirdi bana. Diğer iki oda çok da bir şey ifade etmiyordu galiba çünkü benim için bir özellikleri yoktu…
Alt katta küçücük zamanlara sıkışan koca bir ömür yaşardım sanki. Mutfaktaki ocak başı; içinde ince çalıların çıtırdadığı, duvarına bin bir şekle giren gölgelerin yansıdığı, yaşamadığım bir dünyanın armağanı gibiydi. Tam pencerenin önüne uzanmış divan, divanın karşısını boydan boya kaplayan her daim düzenli terek, ocağın hemen yanındaki musluk ve taş lavabo çok amaçlı yaşam alanının tamamlayanlarıydı.
O küçük yaşımda bile evden fışkıran yaşam enerjisini hatırlıyorum. Evlilik çağında üç kız kardeş vardı. Annemin tabiriyle “bastığı yere bir daha basmayan.” Hepsi de bana çok iyi davranırdı.
Onların kendi aralarında veya arkadaşları ile olan konuşmaları bile çok ilginç gelirdi. Bilemiyorum galiba o zamanda çok meraklı bir çocuktum. Onların uyduları gibi peşlerinde dolanırdım ama özellikle akşam saatlerinde yakılan ocak beni hipnoz ederdi ve bir anda odağım değişirdi. Ateşin üzerine konan sacayak ve üzerindeki (kaynayan her ne ise), yavaş yavaş bir kibrit çöpü misali eriyip yok olan çalılar, ocağın içindeki hayal gücümle şekilden şekle giren gölgeler çevremde konuşulanları silikleştirir, beni deliksiz bir uykunun kollarına bırakırdı. Uykum sabahın ilk ışıklarına kadar sürerdi; horoz sesleri ve balıkçı motorlarının sesleri süslerdi sabahımı…
Galiba yaşadığım en organik zamanlardı, sofradaki hemen hemen her şeyin hayvanlarının ve bahçelerinin ürünü olduğu ve her işin beden gücü ile yapıldığı. Fındık ocaklarının dibinden kuru çalıları toplardık, evin bir tarafının yaslandığı tepeden çilek ve daha pek çok şey… Tepenin biraz üst kısmında ”çaylık” denilen merdiven gibi bir alan vardı hiçbir yerde görmediğim kadar farklı. Evin yanından arka tarafa uzanan patikada eve yaslanmış erik ağacı, bahçede dolaşan teyzemin beslediği kedileri, bahçeyi süsleyen mavi beyaz ortancaları (Biz sabun çiçeği derdik), rengarenk gülleri, tüm mutlu masal kitaplarında anlatılan evlere ait gibiydi…
Belki de onlarca detayı o küçücük yaşımdan taşımamışımdır, yıllar biriktirmiştir şimdiye. Bilmiyorum…
Bildiğim şu, bugün öylesine doğal ve öylesine bir mutlu bir hayatı yaşayabilmek için büyük bedeller ödemeye hazır bir kitle var ve onlar gitikçe artıyorlar…
Bence biz gemiyi kaçırdık. Bir temmuz akşamında yayladan, küçük bir köydeki, küçücük kız çocuğuna doğru ışınlanabileceğimi sanmam gibi…