Unutmak, Tanrının insana verdiği en büyük ikramiyedir, diye düşünüyorum. Özellikle geçmişte yaşanılan tüm olumsuzlukları ve acılı günleri unutmak…
Unutmak;
Cemal Süreya’ya göre “Unutmаm için önce seni hаtırlаmаm gerekiyor” iken…
Cibran’a göre özgürlük.
Freud’a göre artık acıyı hissetmemektir.
.
Hepimizin buhranlı anları olmuştur. Bunalım gibi. Yoğun yaşadığımız ağır duygusal anın fotoğrafını çekmek istersek, şöyle bir fotoğrafı görürüz.
Şöyle düşünelim:
Hani fırtınada denizin üzerinde bir kayıktasın, kıyıya ulaşmak için çabalıyorsunuz ya… İşte o anlarda yorulup yaşam enerjiniz tükeniyor ve bırakıyorsunuz fırtınaya kendinizi…
Böylesi buhrana en çok da şairlerimiz düşüyor. Onlar belki de iç denizlerinde ki tayfun, borayı şiirsel anlatımlarıyla aşıyorlardır…
Sabahattin Ali” Ne içimdeki sokaklara sığabildim, ne dışarıdaki dünyaya” diye üzüntüsünü ifade ederken,
Cemal Süreya, bunalımını şöyle ifade etmiş:
“Nasıl bir his biliyor musun? Oda geniş ama sen sığamıyorsun. Kapı orada ama sen dışarı çıkamıyorsun.”
.
Bazı duygularımızın süreleri çok uzundur. Hayalkırıklığı ile kaygı 24 saat sürerken, üzüntü tam 120 saat sürüyor.
Bizler o duygularımızın sürelerini, farklı içsel bir dünya kurarak, bir de düşünce gücümüzü kullanarak da uzatabiliyoruz.
Unutmak gibi.
Unutmamak gibi.
Gün geçtikçe bu duygunun süresini sınırsız kılabileceğimiz gibi yükünü de gönlümüzde taşıyoruz.
Nasıl mı?
Anılarla…
Yaşanmış anıları düşünerek yineliyor üzüntümüzü 120 saatin üzerinde yaşayarak gönül yükümüzü ruhumuza taşıyoruz. Nihayetinde taşıdığımız yükün altında ezilip yalnızlaşıyoruz. Buhran başlıyor!
Özellikle yaşanmış pozitif anıları düşündüğümüzde.
Bilim insanları, pozitif anıların negatif anılardan daha fazla duyusal ve bağlamsal ayrıntılar içerdiği için duygu yoğunluğunun da fazla olabildiğini,
Ve hatta;
Güzel duyguların unutulmadığını, bellekte kalıcılık süresinin uzun olduğunu, duygusal olarak yürekte iz bıraktığını, bir uyarıcıyla hatırlanabildiğini, “daha net hatırlanabilir” tezini savunurlar.
Asıl olan da hafızaya yardımcı olan bilginin önemi değil, kişi üzerinde oluşturduğu duygusal uyarandır. Bunun da yaşanmış olumlu ve olumsuz anılarla körüklendiği aşikardır.
Örneğin, fotoğraflara bakarak, kah şahsi eşyalara her gün dokunup anılarımıza yolcu olup ömür boyu yas tutmak gibi…
İşte asıl yalnızlık o zaman başlıyor.
Koca bir boşluk…
Ve hiçlik…
Gerçekten yük ağırlaşıyor.
O kurduğumuz dünyaya sık yolcu olmamak lazım.
.
Ruh bilimcileri her üç insandan biri, yaşamı boyunca ağır stres yaşadığından ve %10’u kolay atlattığını,%20’nin de özellikle erkeklerin zorluk çektiğini söylerler. Bunu da düşünceyle başarıyor.
Özellikle depremlerle, afetlerle, hastalık sonrası ani can ve mal kaybının bireyde yaşattığı bu stres bozukluğunun eğer 10 haftayı geçiyorsa ciddiyet taşıdığını uyarırlar. Ruhsal destek alınmadığı takdirde bireyin iç dünyasında daha derin ve kalıcı ruhsal bozuklukların olabileceğini bilmemiz gerekiyor.
.
Adamın biri önce üç çocuğunu hastalıktan kaybediyor, sonra işini ve son darbeyi de eşinden alıyor. Eşi onu 5 yaşındaki erkek çocuğunu da bırakıp terk ediyor. Tabi bu arada ödenmemiş faturalar, borçları üst üste gelince evine de ipotek konuluyor.
Bir süre sonra adamın çevresindeki dostları da teker teker yok oluyor. İyice yalnızlaşan adam, kendisini içkiye vuruyor.
Bir gün çocuğu ona şöyle diyor:
“Baba bana bir gemi yapar mısın?”
Adam çocuğu başından savmak için;
“Gemi yapmak için çekiç gerek, tahta ve çivi gerek oğlum. Hiçbiri de bende yok” diyor.
Ama 5 yaşındaki çocuk babasının söylediği malzemeleri bulup getiriyor.
“Baba bak ben buldum, hadi bana bir gemi yap lütfen,” diye ısrar edince adam oğlunu kırmıyor.
Gemiyi tam üç saatte bitiriyor. Oğlunun mutluluğu onu da mutlu ediyor. Ama o gemi yaparken geçirdiği sürede hiç üzülmediğini fark ediyor. Ve de alkol içmediğini…
Bunu fark eder etmez doğruca psikologa gidiyor. Alkol tedavisi ile ruhsal destek alıyor. Haftada bir katıldığı grup terapileriyle kendisini toparlıyor.
Hayatın kendisinden alıp da kaybettiklerini yeniden kazanmaya başlıyor. Eski arkadaşları, yakınları onun yeni halini gördükleri zaman soruyorlar:
“Bunu nasıl başardın? Bunalımdan nasıl kurtuldun?”
Adam:
“Meşgul olarak…Çünkü meşguliyet üzülmemi de engelledi,” diyor adam.
.
Dertsiz insan olur mu?
Olmaz tabi, der adam;
“Çayın da derdi var. İçilmezse, bekletilirse çay da kararır.”
Benim yok mu derdim?
Var elbette!
Kimi arkadaş/dost bildiklerimi daha fazla taşımak istemediğimden yorgun düştüm.
Ve ayrıca güvendiğim bir avukat tarafından maddi manevi dolandırıldım.
Üzülmemek adına…
Sağlık olsun, diyorum ve kendimi hobilerle meşgul ediyorum.
Çünkü şu hayatta en büyük zengin olan insan, sağlıklı olan kişidir.
Dertsiz, sorunsuz günler yaşamanız dileğiyle…
Emine Pişiren/ Akçay