“Cehalet, ayrıcalıklı bir sınıfın
elinde ustaca kullandığı bir silahtır.
Cehalet, asla sorgulamaz;
daima yargılar.
Cehalet, asla okumaz ve öğrenmez.
Gerek duymaz; o hep hatmeder.”
Karl Marks
Siz ne derseniz deyin; en güç koşullarda bile gülümseyebilmek, somurtmaktan iyidir.
Öyleyse, sizi gülümsetebilecek küçük bir öykü anlatarak başlayalım söze:
Bir tatil köyünde muhteşem bir düğünle evlenir; gelin ve damat. Ertesi sabah, iki tarafın da aileleri kahvaltı için birlikte otururlar masaya. Bir süre bekledikten sonra, gelin ve damat gelmeyince, “Nerde bunlar? Niçin gelmiyorlar?” diye merak ettiklerinde, küçük baldız:
“Ben biliyorum; neden gelmediklerini.” deyince, annesi:
“Sus, terbiyesiz!” diye susturur kızını hemen.
Öğle yemeğine otururlar. Yine yoktur görünürlerde, gelin ve damat.
“Nerde bunlar?” diye sorulunca, küçük baldız:
“Ben biliyorum; niçin gelmediklerini” diye atılınca yine:
“Sus, terbiyesiz!” diye yine azar işitir annesinden.
Akşam yemeğine de inmeyince genç evliler, adamakıllı merak eder aileler. Küçük baldız:
“Ben biliyorum.” diye ortaya çıkınca yine:
“Söyle bakalım; neymiş bildiğin?” denir bu kez:
“Dün akşam, ablam benden Nivea krem istemişti.”
Annesi, sözün sonunu beklemeden:
“Eee! Ne olmuş istemişse? Ne var bunda?” diye azarlarcasına sorunca:
“Ben yanlışlıkla krem yerine, Japon yapıştırıcımı vermişim.” diye bitirir sözünü çocuk. *** *** ***
Niçin mi anlattım, bu öyküyü?
“Önyargılar, peşin hükümler, ezberlenmiş bilgiler bizi hep yanıltır.” demek için.
Gerçeği söyleyeyim mi?
Birçoğumuzun, bu öyküdeki küçük kızı susturan anneden farkımız yok.
En büyük eksikliğimiz şu: Dinlemesini bilmiyoruz. Karşımızdakinin ne söylediğini dinleyip anlamadan kafamızda yer etmiş olan peşin hükümle saldırıya geçiyoruz hemen.
Böyle olunca evde, sokakta, çarşıda ve pazarda var olan hiçbir sorunu çözemediğimiz gibi, yeni sorunlar ekleyerek işimizi daha da zorlaştırıyoruz.
İster istemez siyaset dünyamıza ve Meclis’imize de yansıyor bu. Kavga, gürültü, karşılıklı suçlamalar, dahası hakaret ve bol tehditli söylemlerle ne denli güçlü olduğumuzu kanıtlamaya çalışıyoruz hep. Sonuç ortada işte: Sorun çok, çözüm yok!..
*** *** ***
Sabri Galip Nakipler adını daha önce duyduğunuzu sanırım. Adıyamanlı bu eğitimci şairimizin “Çayı Koy Geliyorum”, “Sağanak Altında”, “Sırılsıklam Yapayalnız Çırılçıplak”, “Hasret Kapımda Gardiyan” adlı eserlerinde nefis şiirlerini okuyup sevmiştim.
Bu kez “Tabu Yıkım Çalışmaları” adlı eseriyle çıktı karşımıza. İnternetteki “Kitap Yurdu”ndan getirttiğim bu kitabı, bir haftadır bırakamadım elimden.
Niçin mi?
Düşündürüyor, bu kitap insanı çünkü. Ve yazar Nakipler düşündüğünü eğip bükmeden, kıvırmadan açıkça söylüyor.
Bugüne kadar aklımıza gelen gelmeyen, şu ya da bu nedenle sormaktan ve dillendirmekten çekinip korktuğumuz nice soruyu cesaretle soruyor. Sadece sormakla da kalmıyor, kendince veriyor, her birinin cevabını.
Yazdıklarına katılırsınız, katılmazsınız. O sizin bileceğiniz şey. Ama bana soruları da mantıksız gelmedi hiç, cevapları da…
Bu kitabı niçin yazdığını şöyle açıklıyor yazarımız:
“Müslümanlığın gerçek yüzünü; tavırları, davranışları, söylemleri ve eylemleriyle hiçbir özveriden kaçınmayarak örnekleyen, çocukluktan itibaren âdeta saplantı haline gelmiş olan, üzerine toz konduramadığım yüce din anlayışımın hiç de bana öğretildiği gibi olmadığını görmem konusunda gözümü açan, ufkumu genişleten, inançlarımın tersine dönmesinde büyük rol oynayan, bu yolda emeği geçenleri hiçbir zaman unutmayacağım. Darısı diğer gözü bağlı yurttaşlarıma…”
*** *** ***
Eğitimci şair ve yazarımız, “Gözünü açan, ufkunu genişleten, inançlarının tersine dönmesinde emeği geçenlerin” adlarını anmamış ama ben söyleyeyim, onlardan birkaçını: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Turan Dursun, Arif Tekin…
“Nice zaman ve emek harcayarak bu kitabı yazıp yayımlamasındaki amacı nedir?” diye merak edenlere de vermiş cevabını: Türkiye’nin kurtuluşu…
Evet, Sabri Galip Nakipler, ülkemizin kurtuluşuna katkıda bulunmak istiyor, bu eseriyle.
Nasıl mı?
Din adamı geçinen sahtekârların her sözüne hiç düşünmeden inanan gözü bağlı yurttaşlarımızın, duydukları her şeyi akıl süzgecinden geçirmeden, sorgulamadan kabul etmelerinin çağdaş bir ulus olmamıza engel olduğuna inanıyor çünkü.
“Bu engel aşılmadan, ülkemizin kurtulması imkânsızdır.” demek istiyor.
*** *** ***
En iyisi, yazarı dinleyelim biraz:
“Çoğumuzun adı Arapça, benimkiler de dâhil. Çoğumuz Türkçe karşılığını bile bilmeyiz. Annemiz babamız da bu ismi koyarken bilmiyordu belki.
Peki, nasıl kırılacak bu çember? Bu çemberin kırılmasını isteyen bir avuç inanmışa karşı, inanmayan yığınlar, milyonlar var.”
Yalan söylemenin bir beceri olduğunu söyleyen yazar:
“Herkes yalan söyleyemez. Kimi yüzüne gözüne bulaştırır, kimi yalanla milyonları kandırır.
Aydın olmak ise apayrı bir şey. Aydın olmak entelektüel olmaktır. En önemlisi de namuslu ve ahlaklı olmaktır.
Ülkesi için doğru olanı korkmadan, çekinmeden söyleyen, kuvvet ve servet karşısında bükülmeyen, gerçeği çarpıtmayan, örtmeyen, gizlemeyendir aydın. Bilgili, ileri görüşlü, maddeye ve makama tapmayan, duruşuyla, giyimiyle, sohbetiyle, uğraşısıyla örnek olandır. Ulusunu kayıtsız şartsız seven, onu gerçeğe omuzları üstünde taşımanın görevi olduğunu bilen ve bunu hiçbir zaman unutmayan ve en önemlisi de kimseye yalan söylemeyendir. Esen rüzgârla ilgisi olmaz aydının.” (*)
Ben de imzamı atarım; bu sözlerin altına.
Ya siz?