Türkiye, kutuplaşmanın doruk noktaya çıktığı bir referandum sürecinin ardından eski tartışmalarına tekrar dönmüş durumda. Bu tartışmaların odak noktasını birbirinden farklı iki endişe oluşturmaktadır. Bunlardan birincisi seküler yaşam tarzının ortadan kaldırılacağı kaygısı diğeri ise üniter devlet modelinin tehdit altında olduğuna dair inançtır.
Bunların her ikisi de toplumsal zemini olan ve güçlü direnç noktalarına sahip iki temel endişedir. Bunlardan birincisi yüz yıllık modernleşme deneyiminin getirdiği birikimlerin tersyüz edilmesi diğeri ise bu birikimlere temel oluşturan siyasal sistemin ortadan kaldırılması olarak tanımlanmaktadır. Bu endişeleri dayanak noktaları, iç tutarlılıkları ve gerçekleşme ihtimalleri ile birlikte analiz etmek gerekmektedir.
Birinci sorun Türkiye’nin İranlaşması ikinci sorun ise Türkiye’nin önce federatif bir yapıya dönüştürülmesi ardından da Sevr’e uygun bir şekilde bölünmesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bir kere; Türkiye, İran olacak demek ne kadar işin kolayına kaçmaksa İran olmayacak demek de aynısıdır. Bu yüzden Türkiye’nin İran’a dönüşüp dönüşmeyeceğinin tarihsel dinamiklerin de ışığında ele alınması, Türkiye’nin günümüz koşullarında İran realitesine mi bölgedeki başka realitelere mi uygun değişimler geçirdiğinin incelenmesi gerekmektedir.
Öncelikli olarak İran devrimi ile gelen sistemin taşıyıcı güçlerinin Türkiye’de mevcut olmadığını bilmek gerekir.
Özellikle siyaseten toplumu yönlendirme ve kontrol etme yeteneğine sahip molla geleneği Anadolu coğrafyasında hiçbir zaman hayat bulamamıştır. Anadolu’da din adamlarının ve dini kimliğinden dolayı saygı gören kişileri toplumu manipülatif olarak harekete geçirme yeteneği çok güçlü olmuşsa da bu yetenek, topluma yön ve biçim verme şeklinde değildir. Daha ziyade toplum içindeki öfke birikimini bir yere/alana kanalize etme, kestirip atacak olursak toplumu provoke etme şeklindedir. Olayın vuku bulmasından sonra toplumsal öfkenin yatışmasıyla da bu kesimin toplum üzerindeki etkisi zayıflayarak sıfırlanmaktadır.
İran ile Türkiye’nin modernleşme süreçleri birbirine oldukça benzemektedir. Türkiye’nin Batılılaşma sürecindeki “jakoben modernleşme çabaları” asker-sivil aydın bürokrasisinin eliyle yürütülürken İran’da da süreç benzer şekilde işlemiştir. Hatta bazı kırılmaların tarihleri önemli ölçüde örtüşmektedir. Bu arada İran’ın ve Türkiye’nin 19. yüzyılın sonlarından itibaren birbirine çok benzeyen kaderleri de dikkat çekmektedir.
Türk modernleşmesinin temelinde Jöntürk Hareketi varken benzeri düşüncelerin aynı dönemlerde İran’da da önemli etkilerinin olduğu görülmektedir. 1876’da ilk Osmanlı anayasası kabul edilirken İran’da da anayasal özgürlükler konusunda tartışmalar yaşanmıştır. 1881’de Batı ülkeleri Düyun-u Umumiye ile Osmanlı mülküne el koyarken aynı Batılılar 1890’da da İran’ın tekel ürünleri imtiyazını ele geçirmişlerdir. 1896’da imtiyazları veren Şah, reformistlerce öldürülürken[1] 1905’de de Tevfik Fikret gibi aydın şairler Osmanlı sultanını öldüremeyen suikastçıya sitemkâr methiyeler dizmişlerdir.
Osmanlı aydınlarından etkilenen İranlı reformistler 1907’de anayasayı değiştirme şansı elde ederken 1908/9’da Türk aydınlarınca desteklenen askeri bürokrasi, anayasal devrimi gerçekleştirmiş ve padişahın zayıflatıldığı güçlü bir bürokratik yönetim kurmuştur. Daha sonra ise Kurtuluş Savaşı’nı başaran Kemalist Kadro’nun modernleşme projesinin, aynı yıllarda Şah’ı deviren Binbaşı Rıza’nın ulus-devletçi (Pehlevi Modernizasyonu) anlayışına elli yıl boyunca rehberlik ettiğini görmekteyiz. Ancak bu arada bizde 1947-1953 arasında gerçekleşen İngiltere’den ABD eksenine kayış söz konusudur. O yıllarda ise İran’da Batı’yı ülkeden kovmayı esas alan milliyetçilik dalgası hâkimdir.
Musaddık’ın başını çektiği milliyetçiler Şah da dahil bütün Batılıları ülkeden kovmak istemiş ancak bizde İnönü yumuşak ABD darbesi ile alaşağı edilirken İran’da Musaddık, 1953’te “KOD: AJAX” isimli bir CIA Operasyonu ile alaşağı edilmiştir. Böylece İran ile Türkiye arasındaki eş güdüm de devam ettirilmiştir.
İran’da gerçekleşen son büyük toplumsal hareket ise 1979 İran İslam Devrimi’dir. Son birkaç yıldan beri ise Batı destekli yeni bir devrim sürecinin işletilmeye çalışıldığı görülmektedir. Ancak bu çabanın henüz rasyonel temellerden yoksun olup İran dinamiklerini yoklama düzeyinde olduğu kanaatindeyim.
İran Devrimi’nin tarihçesi oldukça uzun ve karmaşıktır. Ancak burada İran Devrimi ile ilgili yanlış olduğunu düşündüğüm bir kanaat karşısındaki düşüncemi ortaya koyarak Türkiye’nin İran olup olmayacağını sorgulamak istiyorum.
İran’ın Anadolu’ya nazaran güçlü bir halk ayaklanması geleneği vardır. Özellikle son yüzyılın olayları bunun böyle olduğunu göstermektedir. Fakat İran’ın böylesine güçlü bir geleneği olsa da, 1979’da meydanları Şah aleyhtarı milyonlarca insan doldurmuş olsa da İran Devrimi doğrudan halkın talebi ile içten, kendiliğinden gelen bir devrim değildir. Daha ziyade meydanlara dökülmüş onlarca farklı düşüncedeki milyonların[2] Şah aleyhine manipüle edilmesiyle ortaya çıkan tarihsel bir kesintidir. Ancak burada asıl dikkat edilmesi gereken beklenen devrimin bu şekilde olmadığıdır.
İran’da devrim; toplumun tüm kesimlerinde ortaya çıkan öfkenin Şia’nın kontrolüne girmesi ile gerçekleşmiştir. Asıl önemlisi ise İran’da devrimi yapanın İran halkı ya da mollalar olmadığıdır. İran’da devrimi asıl yapanlar, “Zararsız İslam – Zararlı İslam” dengesini yaratmak isteyen ABD’dir. Şahı Sovyetler karşısında bir emniyet sübabı olarak tutan ABD bunu neden yapmak istesin ki denebilir. Ancak 1975’ler kapitalizmin derin bir krize girdiği, bunun yanında Sovyetlerin köhnemiş düzeninin dişli kırmaya başladığı yıllardır. Bunun yanında 1980’lerde Amerikancı pek çok ülkede görülen değişimler de hesaba katıldığında, ABD’nin Soğuk Savaş ile süre giden dengeyi değiştirmek istediği görülecektir. Detaylara fazla girmeden ABD’nin İran Şahlığını neden yüz üstü bırakmış olabileceği konusuna dönelim.
1 – 1980 öncesinde Ortadoğu bölgesinin İsrail, İran ve Türkiye hariç önemli bir kısmı Sovyet Rusya’ya daha yakındır.
1970’lerin sonu ABD için Ilımlı İslam Projesi’ni hayata geçirmenin adımlarının atıldığı yıllardır. ABD açısından, İran’da yaratılacak kötü bir İslamcı devlet örneği asıl hayali kurulan “kontrol edilebilir Sünni/Ilımlı İslam” dönüşümünün önünü açabilirdi. Özellikle Sovyet tehdidi ve etkisindeki Müslüman ülkeler ancak İran tehdidinin etkisiyle hayatiyeti ABD tarafından da desteklenecek ortak bir İslam anlayışı (Ilımlı İslam) etrafında kümelenebilirdi. Ki öyle de olmuştur. Kimi aydınların da vurguladığı gibi İran özeli, İslam Dünyasında Sünni İslam’ın kendini yenilemesine ve güçlenmesine yol açmıştır. Bugün de Türkiye’nin örnek gösterildiği, hatta Yeni Osmanlıcılık adı altında liderliğine devşirilmeye çalışıldığı bir Ilımlı İslam anlayışı bölgede oldukça gelişmiş durumdadır. Ayrıca bölge için dinsel bir tehdit olan İran, İran-Irak Savaşı’nın yarattığı “Şia Paranoyası” sayesinde bölge ülkelerinin Sovyetler (sonraki yıllarda Rusya) yerine ABD’ye yaklaşmalarına yol açmış, İslam ülkelerinin ABD ile dolaylı ve dolaysız ilişkileri de iyice gelişmiştir.
2 – İran’da yaratılan zararlı ur, modern dünya için her daim bir tehlike olarak sunulmuş böylece ABD’nin bölgeye müdahalesi için her daim bir gerekçenin var olması sağlanmıştır. Şahlık Rejiminin çökmesi Sovyetlerin bir anda güneye inmesine imkan vermiş gibi görünse de İran’daki Devrimin ABD karşıtı görünmesine karşın sol devrimi budayarak bir şekilde ilerlemesini de göz önüne almak gerekir. Bir de gözden kaçmaması gereken bir konu daha vardır, o da İran’da yenilgiye uğramış görünen ABD’nin Sovyetleri Afganistan konusunda kışkırtmış olmasıdır. Bugün hepimiz çok iyi biliyoruz ki Afganistan, köhnemiş Sovyet sisteminin tüm dişlilerinin kırıldığı yerdir.
3 – ABD, İran Devrimi sayesinde zaten sınırsızca kullanabildiği İran Petrollerinin kullanımını devre dışı bırakmıştır. Aslında bunu ilerde yeniden kullanmak üzere saklamak olarak da düşünebiliriz. Hâlihazırda İran’ın petrollerini modern teknoloji ile kullanamadığını akaryakıt türü ihtiyaçlarını hala başkalarından aldığını görmekteyiz.
İran’da bugün de toplumsal hareketler olmaktadır. Dip dalgası görünümündeki bu hareketlerin başarı şansı var mıdır diye sorulacak olursa; İran’ın tarihsel deneyimlerine baktığımız zaman bu imkâna ve yeteneğe pek sahip olmadığını görmekteyiz. İran’da Arap ülkelerine nazaran daha güçlü bir orta sınıf olsa da İran orta sınıfı kaybetmeye alışkın bir ruha sahiptir. Bunu burada bir kaç cümleyle anlatmak zor, bunu bu sınıfın tarihsel yapısında ve bağlarında aramak lazım. Ayrıca İran’da meydanları dolduran milyonların neredeyse tamamının işçi sınıfı ve yoksul kesimlerden oluştuğunu ve toplumun dönüştürülmesi işlevini kurumsallaşmış mollalığın yaptığını unutmamak lazımdır. Zaten İran ile Türkiye’nin toplumsal dinamiklerinin şekillenmesi bakımından en önemli farklılık da buradan gelmektedir.
İran’da Devrim Tersine Döner Mi?
Bana göre şu an zor, çünkü İran’da süreçler hep otorite boşluğu olduğu dönemlerde ve ABD/RUSYA eliyle geliştirilmiştir. Mevcut rejim sağlam otoritesi ile böylesi bir gelişmeye pek fırsat vermez gibi görünüyor. Ancak Kuzey İran (Güney Azerbaycan) destekli bir dış operasyon, İran devrimini tersine çevrilebilir. Bana göre en büyük ve en yakın olasılık da budur. İran’da karşı devrimin ve yapılmaya çalışılan Batılı devrimin reel politiğini kısaca bu şekilde özetlemek mümkündür.
Gelelim Türkiye’nin İran olup olmayacağı sorusuna.
Türkiye’nin İran olup olmayacağına verilecek cevap ise kesinlikle “hayır” şeklindedir. Özellikle Anadolu’daki Sünni İslam anlayışının İran’daki Şia anlayışı ile olan kimya farklılığı bunun böyle olamayacağını göstermektedir. Ayrıca Türkiye’deki Alevilik ile İran’daki Şiiliğin de oldukça farklı olması buna engeller teşkil etmektedir. İran Şiiliği, ruhbanları öne çıkaran kurumsallaşmış bir dinsel yapılanmaya tabi iken Türkiye’deki Aleviliğin bireysel özgürlükleri öne çıkaran, gündelik yaşama daha bağlı bir yapıda olması, düşünsel manada ise biat kültüründen uzak olması Türkiye’deki dönüştürme çabalarının yeri gelince önemli bir muhalefetle karşılaşabileceğini göstermektedir. Ancak en önemlisi Sünni İslamlığın kurumsal bir dinden ziyade bireysel bir din olması ve Sünni Müslümanların ani tepkilerin ötesinde süreklilik arz eden bir tabiiyetlerinin olmaması günümüzde mahalle baskısı olarak görülen durumun kurumsallaşamayacağını göstermektedir.
Türk İslamcılarının Toplumu Dönüştürme Kapasitesi
Türkiye’nin İran olup olmayacağını belirleyecek olan en önemli faktör Türk İslamcılarının toplumu dönüştürme kapasitesidir. Türk İslamcılarını temsilen iktidarı elinde tutan AKP’nin toplumu dönüştürme kapasitesi İran’ın siyasi elitlerine göre daha kısıtlıdır. İran elitleri güçlü bir dönüştürücü arka plana sahip iken AKP kadroları daha ziyade Laik-İslamcı çatışmasının yarattığı karşıtlıktan beslenen ancak dönüştürme yeteneği olmayan, uzun vadede ise kendi burjuvazisini yaratmaya çalışarak devlet mekanizmasında kontrol gücü elde etmeye çalışan bir niteliğe sahiptir.
İran’ın molla kesimleri aynı zamanda ülkenin siyasi elitlerini oluştururken AKP’nin siyasi kadroları dinsel kavramları öne çıkarmasına karşın dinsel ritüelleri toplumsal rollerinden ziyade kişisel yaşamlarında kullanan kişilerdir. İran’ın siyasi figürlerinin aynı zamanda ülkenin din büyükleri olmasına karşın AKP’nin siyasi figürlerinin dinsel arka planları güçlü olmasına karşın toplumun onlarca değişik kesiminden gelen ve dinsel kaygıların ötesinde gündelik yaşam kaygıları daha baskın karakterler[3] olması iki ülkenin siyasi figürlerinin en önemli farklılığıdır. Zaten böylesine önemli bir farklılık da Türkiye’deki siyasi figürlerin bu dönüşüme bizzat kendilerinin ön vermeyeceğinin en büyük delilidir.
Burada dinsel kimliği ön plana çıkaran yaşam biçiminin sosyal alanda yükselmesi iddialara bir dayanak yapılmak istenebilir. Ancak bu yeterli bir gerekçe değildir. Çünkü kahir ekseriyeti Müslüman olan bir toplumda Müslüman yaşam kültürünün uzun bir aradan sonra kendini toplumsal ve siyasal alana çıkarma şansı bulduğu bir zamanda kendine has uygulamalara gitmesi anormal değildir. Eğer ki böylesi bir değişme ya da gelişme anormal bulunuyorsa bunun temel sebebi bu yaşam tarzının bir tehdit olması ile ilgili değil bu algılamada bulunan kesimlerin temel dokuya yabancılaşması ile ilgilidir. Ayrıca iktidarı elinde tutan her zümrenin kendi yaşam biçimini gündelik hayata taşıyarak normalleştirme çabası siyasallaşmanın ve toplumsallaşmanın bir gereğidir.
Son tahlilde endişeler boşunadır. Kısacası endişeye mahal yoktur. Türkiye’nin İranlaşması falan söz konusu değildir. Ancak bölgesel dinamiklerin Atlantik ötesi zorlamalarla değiştiği bir ortamda Türkiye’nin İranlaşmasından ziyade üniter devlet yapısında çözülmelerin olması mümkündür. Ortadoğu’nun Amerika’nın emperyal emelleri kapsamında yeniden şekillendirilmesi, enerji kaynaklarının elde tutulması, enerji geçiş güvenliğinin istikrarı ve Fırat-Dicle gibi sınır aşan sular çerçevesinde Türkiye’nin geleceğini sorgulayacak olursak Türkiye’nin İranlaşmadan ziyade bir Iraklaşma sorunu vardır.
[1] İran’da reform hareketlerinin başını neredeyse tamamen Güney Azerbaycan Türkleri çekmiştir. Bugün de İran’daki toplumsal muhalefetin çekirdeğini bunların yönlendirdiği milliyetçilik oluşturmaktadır. Bu yüzden İran’da olası toplumsal dönüşümler için her daim Güney Azerbaycan Türklerine dikkat edilmesi ve izlenmesi, geleceğe ilişkin öngörülerde bu kesimin göz önüne alınması gerekmektedir.
[2] İran’da toplumu harekete geçirme yeteneği çoğu kere mollalardan ziyade başını Tudeh Hareketi’nin çektiği komünistlerde olmuştur. 1952/3 Olaylarında da 1979’daki halk hareketlerinde de sokakları asıl dolduranlar Tudeh’in mobilize ettiği işçi kesimi ile birlikte yoksul halk kesimleridir.
[3] AKP’nin öne çıkan siyasi figürleri ile birlikte ona yakın duran kişilerin önemli bir kısmının din adamı kimliğinden ziyade dünyalığını kazanma derdindeki iş adamları, bilim adamları vs. olması AKP’ye ve onun elitlerine devrimci bir kimlik kazanmalarına engel olmaktadır. Bu tarz bir yapı ise onları dinsel temelli bir dönüşümden kendiliğinden alıkoymaktadır.
Sayın Dağ, sizden İslam hakkındaki düşüncelerinizi ayrıntılı almak isterim. İran meselesini ve Ortadoğu’yu bundan muhaf tutarak tabi…
islam güzel bir dindir. ben de mensubu olmaktan mutluyum. başkaca da ne yazabilirim ki?
soruyu görünce kendimi münker ile nekir karşısında hissettim bir an:)
kusura bakmayın ama sorunuzu yazıyla alakalı bulamadığım için ayrıntılı bir cevap yazmadım ama uygun bir zamanda yazabilirim.
ayrıca islam hakkındaki düşüncemi ortadoğu ile ilişkili görmeniz de tuhaf. çünkü biri din diğeri coğrafya…