Türk siyaseti son yıllarda bırakın kör dövüşünü adeta bir kabileler savaşını andırıyor. Bütün şefler ellerinde baltaları ardında toplanmış kalabalığa nutuk atıyor, vurun ha komayın ha!… İlkel mi ilkel bir manzara, baltası büyük olan kazanırken kabile üyeleri sormadan sorgulamadan var gücüyle ötekinin üzerine abanıyor.
Önce kavramlar, en azından benim dilimdeki anlamları;
Kabile: Genel anlamı, aynı soydan olan yakın akrabalar topluluğu. Özel anlamı ise aynı duygu ve düşüncede birleşen insanlar topluluğu. Birisi kan kardeşliği diğeri ise din, menfaat gibi kişileri birbirine bağlayan özel araçların bir araya getirdiği insanlar topluluğu.
Şef: Genel anlamlı kabilede otoriteyi elinde bulunduran en yaşlı ve/veya bilge kişi. Otoritesi sorgulanamaz, sözü kanundur. Özel anlamlı kabilelerde ise kişileri bir araya getiren duygu ve düşünceleri üreten onlara kabul ettiren kişi. Bunun otoritesi de sorgulanamaz. Hatta dini içerikli kabilelerle bu şeflerin sözü kanunun da üstündedir.
Balta: Genel anlamıyla dile getirilen kabilelerde şefin ve kabile üyelerinin elindeki öldürücü ilkel silah. Özel anlamlı kabilelerde ise şefin rakiplerine karşı kullanabildiği her türlü kozlardır. Çoğu zaman insan kabile üyelerinin iradelerini felç edercesine üyeleri şefe bağlayan, üyelerin şefin ardında itirazsız durmasını sağlayan şeylerdir. Kimileri ise ahlaki boyutuna bakmaksızın öbür kabile şeflerinin kellesini uçurmaya yarayan araçlardır. Mesela geçmişte TSK’yı geçmişin hakim kabileleri rakiplerine karşı kullanmıştır. Yakın zamanlarda ise yargı erki, kaset baltaları gibi araçların kullanımının yaygınlaştığı görülmektedir.
Kabile Üyeleri: Şefin otoritesine sorgusuz sualsiz itaat etmekle görevli herkestir. Özellikle dini içerikli kabilelerde şefe itaat ve şefin kellesini istediği kurbana doğruyu yanlışı sorgulamadan saldırmak, onu linç etmek kabile üyelerinin en kutsal görevidir.
Türkiye’nin siyasi manzarası 20.yüzyılın başından günümüze bir modern kabilecilik görünümü sergilemektedir. Osmanlı’nın dağılmasıyla birlikte ortaya yeni bir devlet çıkmış, yeni bir toplum yapısı dizayn edilmiş bunun sonucu olarak da siyasete yeni bir şekil gelmiştir.
Günümüz Türkiye’sinde sosyal ve siyasi hareketler klasik kabile görünümünden pek de farklı değildirler. Onların liderleri de kabile şeflerinden farksızdır. Siyaset kabile şeflerinin kendi aralarındaki rekabeti şeklinde yürürken de toplum da kabileciliğin ilkel metotlarına teslim olmuş bir halet-i ruhiye ile bölük pörçük olmuş, neredeyse hiçbir konuda toplum genelini kapsayan konsensüsler sağlama yeteneği kalmamıştır.
Türk siyasi hayatını iki ana döneme ayırmak alışkanlıktandır. Türk siyasi hayatındaki kabilecilik anlayışını da bu çerçevede iki ana alt döneme ayırabiliriz.
Tek Parti Dönemi
Her ne kadar bu dönem kendi içinde çoğu kere Atatürk Dönemi ve sonrası ayrımlarına tabii tutulsa da bu iki alt dönem siyasi kabilecilik konusunda aynı ana çizgileri taşımaktadır. Her ikisi de üst kabileyi yaratmak çabasındaki dönemlerdir.
Kurtuluş Savaşı verilip arkasından Osmanlı’nın tasfiyesi tamamen gerçekleştikten sonra Türkiye’nin kaderini eline alan kadroların hiç fırsat vermeden hemen giriştikleri ilk iş “ulus inşası” olmuştur. Çünkü yüzyılların yenilgileri ile imparatorluğun mağrur çocuklarının ruhu dumura uğramış, yenilgi üstüne yenilgi gelmiş, Balkanlardan Kafkaslardan, Yunanistan’dan derken zaten hali perişan Anadolu’ya bir o kadar perişan milyonlar daha göç etmiştir.
Sonuç olarak Anadolu, yıkımlardan yıkıma koşmuş, iyice perişanlaşmış milyonların barınağı olmuştur. Bunun farkında olan siyasi kadrolar da ilk önce insanımızın ruhundaki ve gururundaki yaraları tamir etme yoluna gitmişlerdir.
Dönemin yöneticileri adeta gariban barınağına dönen Anadolu insanına “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyerek moral vermeye çalışmış, bu da yetmemiş ardından da bir Türk’ün dünyaya bedel olduğunu söyleyerek toplumun örselenmiş ruhunu çalışmışlardır. Buna karşın her ne kadar bütün bunlar basit bir moralizasyon çabası gibi görünse de kendi içinde ilgi çekici bir kabilecilik görüntüsü de sergilemektedir.
Bullivar’ın Çilesi (İktidar Kavgası)
Saltanat rejimini tasfiye eden Kurucu Kadro, Anadolu merkezli devleti yeni bir yönetim dinamiği üzerine inşa etmeye çalışmıştır. Geçmişin ana dinamiği ilahi zuhurun tecellisi olan Sultan iken yeni anlayışın ana dinamiği ise Sultan’ın tebaası olan halktır. Netice olarak yeni anlayış öncekini olduğu gibi tersyüz eden bir anlayış olarak dikkat çekmektedir. Bir yandan Sultan’ın işine son verilmiş diğer yandan kul vasfının yanında dönem itibarıyla iyice demoralize olmuş, bitap düşmüş olan halkı başa taç eden bir yönetim biçimine geçilmiş.
Anadolu’daki bu başlangıç hem Türklük kimliğini kutsayarak halka moral verirken hem de halkı yönetildiği kadar yöneten bir unsur olarak tanımlayarak farklı bir inşa sürecini başlatmıştır.
Ancak dönemin öznel koşulları yeni yöneticileri çeşitli yönetim sorunlarıyla da baş başa bırakmıştır. Her şeyden önce önemli bir kısmı son yılların facia boyutundaki göçleri ile gelmiş olan halk henüz yeni vatanında düzenini kuramamış, yoksullukla boğuşmaktadır. Diğer yandan Anadolu’da o güne kadar var olan geleneksel üretim tarzı yerli halkın yönetim mekanizması içinde yer almasına elvermeyecek nitelikler içermektedir.
Bunun yanında yönetici ekipten kaynaklanan sorunlar da mevcuttur. Bunu en açık şekliyle 1926’daki İzmir Suikastı’nda görmekteyiz. Kurtuluş Savaşı yıllarında yöneticiler arasında var olan düşük volümlü muhalefet savaş sonrası dönemde iyice gün yüzüne çıkmış, artık mesele vatanı kurtarmak değil iktidarın yarattığı pastayı paylaşmak haline dönüşmüştür.
İzmir Suikastı sonrasında yapılan tasfiye operasyonu Ankara’da asıl patronun kim olduğunu gösterme operasyonudur. Bu çerçevede Atatürk’ün kafasındaki devlete sorun çıkarabilecek olan herkes tasfiye edilmiştir. Sonuç olarak merkezi yönetim kendi içinde safra atarken yoluna daha rahat gidebilme imkânına kavuşmuştur.
Cumhuriyet: Kabileler Konfederasyonu
Ankara bu şekilde kendini Ankara’da sağlama alırken taşrada da bir ittifaklar sistemi yaratarak gücünü taşraya kadar ulaştırmış, bu yolla da farkında olmadan modern cumhuriyetin ilk kabilelerinden birisini yaratmıştır. Aslında Ankara’nın çabası bütün Türkiye’de yaratmak istediği böylesi bir üst kabile kimliğinin herkesçe sahiplenilmesiydi. Fakat devam eden süreçte bu maya istenildiği şekilde tutmamış, yaratılmak istenen kimlik belirli ellerde bir ötekileştirme aracı olarak kullanılınca yaratılmak istenen bu seküler kimlik de eskiden beri var olan kabilelere benzemekten kurtulamamıştır. Hatta kabileler arasındaki yabancılaşmayı da körüklemiştir.
Bilinir ki, ilkel anlamıyla kabile, bireylerin en sıkı bağlı oldukları kimliklerden birisidir. Tarihten beri toplumlarda bireyler kendi aidiyet tanımlamalarını soy ağaçlarının çekirdeği olan aile adlarıyla ve/veya bunun bir üstü olan kabile adlarıyla yaparlar. Her iki kimlik de bireylerin sıkı sıkıya bağlı oldukları, vazgeçmedikleri ve kurallarına gönüllü tabii oldukları vazgeçilmez, var edici, kişiye anlam kazandırıcı kimliklerdir.
Birçok toplumda olduğu gibi Türklerde de bu anlayış yaygındır. Hatta Türklerde aileden millet safhasına kadar olan dizilimi ifade eden şematik tablo çok daha geniştir. Türk toplumunun yakın zamana kadar süren kentlilikten uzak yaşamı da bu görünümün muntazaman korunmasını sağlamıştır. Hala da kırsal kesimde bu tablo olduğu gibi mevcuttur.
Fakat insanlık tarihinde soyağacına dayalı bu anlayışı kökünden etkileyen bir faktörü de göz ardı edemeyiz. Bu da “din/dinsel inanç” faktörüdür. Benimsediğimiz din olan İslam dini kavmiyetçiliği kesinkes yasaklayan bir dindir. Buna karşın İslam dini de kendi özgün kurallarını getirerek kendisine özgü bir dünya yaratmış, kabileler kabilesine diğer dinler gibi İslam dini de dahil olmuştur.
Tekrar 1920’lere dönersek;
Yeni devletin sırtını halka dayayan yönetimi Cumhuriyet, ortada özgüven sahibi, bilinçli, eğitim sahibi yeterli kitle bulamadığı için doğrudan halk yerine halkı parsel parsel bölmüş olan kabilelerle işbirliği yolunu seçmiştir.
Yani uygulamadaki haliyle cumhuriyet bir halk rejimi olmamış, halkı kontrol eden, halk adına hareket eden kabile şeflerinin öne çıktığı bir rejim olmuştur. Dönem itibarıyla yeterince ordusu, memuru, mali kaynağı vs. olmayan devlet; tüm ülkeyi yönetme faaliyetini sürdürebilmek için Anadolu coğrafyasında mukim kabile şefleri ile ittifak yaparak adeta bir “Kabileler Konfederasyonu” oluşturmuştur.
Ankara Hükümeti bu dönemde açık bir şekilde taşradaki feodallerle işbirliği yaparak onları siyasetin içine çekmiş, bu yolla hem merkezdeki kadro sorununu çözmüş hem de taşradaki güçlü kesimleri devletle barışık tutarak onların gücünün devlet aleyhine iş yapmasını engellemiştir. Taşra eşrafı ise bir yandan Ankara’daki iktidar pastasına ortak olurken diğer yandan da özellikle seçimlerde devletin tercihleri doğrultusunda kendi marabalarının oy kullanmasını sağlayarak Ankara’nın demokratik meşruiyetini sağlamışlardır. Özellikle toprak ağaları ile devletin yürüttüğü işbirliği çok belirgindir ve bu işbirliği bugün bile kesintisiz bir şekilde devam etmektedir. Bu çok belirgin bir şekilde patron-yanaşma demokrasisidir ancak hiçbir zaman demokrasiyi suiistimal eden bu kirli iş birliği sorgulanmamış yargılanmamıştır. Türk siyasetinin önde gelen birçok siması Ege, Marmara ve Güneydoğu’daki toprak ağası veya bunların mektepli çocuklarıdır.
Kurduğu konfederasyon ile yoluna devam etmeye çalışan Cumhuriyet, bir yandan yukarıda bahsettiğimiz şekliyle toplumu bir üst kimlikle moralize etmeye çalışırken diğer yandan da ürettiği değerlerle bu toplumu küçük kabile kimliklerinin üstünde yeni değerler manzumesini benimsemiş batılı bir ulus olarak dönüştürmeye çalışmıştır. Ancak bu dönüştürme sürecindeki hatalar toplumun genelinin buna direnç göstermesine yol açmıştır. Cumhuriyetin değerleri belirli bir kesim tarafından şiddetle benimsenip diğerleri üzerinde bir kontrol aracı olarak kullanılmaya çalışılırken bu değerlere yabancı olan toplum ise kendi kabuğunu kalınlaştırmayı tercih etmiştir. Toplum içinde bir bölünmeye de neden olan bu ayrışma sonucunda yeni tarzı benimseyenler (seküler sınıf) ile benimsemeyenler arasında belirgin bir ayrışma doğmuş, her iki taraf da birbirine hızla yabancılaşmıştır. Hatta bu yabancılaşma cumhuriyet ile birlikte tarihin geri planına itilen muhafazakar olarak da ifade edilen kabile çekirdeklerinin hızla genişlemesinin de önünü açmıştır.
Netice olarak bu genel inşa sürecinde seküler kesim de bir kabileye dönüşerek toplumun tamamını kucaklayan bir üst kimlik olmayı becerememiş ve kabileler kabilesi içerisindeki yerini almıştır.
Çok Partili Hayat
Çok partili dönem kabileciliği ise yukarıda bahsedilen soyağacı esaslı kabileciğin yanına İbn-i Haldun’un izahatını yaptığı ve devlet yönetiminde çok önem verdiği “aidiyet esaslı” (Asabiye) kabileciliği de eklemiştir. Bunu kısaca kendini soyut bir şeye ait hissetme bilinci olarak ifade edebiliriz.
Bir yandan cumhuriyetin feodal şeflerle olan ilişkisi sürmüş diğer yandan kentlerde ve taşrada yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan ticaret burjuvazisi ile işbirliği yapılmaya başlanmış en önemlisi ise siyasi hayatımıza din esaslı kabilecilik anlayışı girmiştir. Din esaslı kabilecilik asabiye ile ifade ilişkilendirebileceğimiz kabileciliğin en güçlü örneği olarak bu dönemlerden itibaren karşımıza çıkmaya başlamıştır.
Bu dönemde büyük ölçüde CHP’nin toplumun dini duyarlılıkları konusundaki hatalarından ilham alan (1950 öncesinde tartışmaya açık bir konu olan ezanın Türkçe olarak okutulması vs) yeni kabileler türemeye başlamıştır.
Bu konuda özellikle sağ partiler ve onların içine yuvalanmış olan dini ritüelleri güçlü gruplar çok dikkat çekicidir. Özellikle dini yönü ağır basan yapılar klasik kabile örüntüsünün yerine kendi kabile örüntüsünü oluşturan yapılar olarak öteki kabilelerden oldukça farklıdır. Aslında bu yapılar kısmen birer üst yapı organizasyonudur. Bireyleri doğal yaşam havuzunun dışında yeni yaşam formlarına sokan insanoğlunu yeniden formüle eden sosyal yapılardır.
Aslında buraya kadar yazıya bakınca kabileciliğin anormal bir yanı görünmemektedir. Fakat kabilecilik duygusunun en ilkel ve en fazla ötekileştiren duygulardan birisi olduğu da unutulmamalıdır. İnsanlar haklı da olsa haksız da olsa bir kabile mensubiyeti hissediyorsa kabilesinin yanında yer almak zorundadır. Bunun aksini yaparsa kabile şefi tarafından sürülür ve tamamı kabile şeflerince parsellenmiş bir dünyada kabilesiz hayatta kalmak da imkânsızdır. Bu durum aynı vatansızların (heimatloss) uluslar arası hukuktaki durumu gibi bir şeydir. Açıkçası sürüden ayrılan koyunu kurdun kapacağını her kabile üyesi bilir ve ona göre hareket eder.
Günümüzün Kabile Listesi
İnsanlar için bu ortamda en iyi kabile, elbette ki en güçlü olan kabiledir. Çünkü güçlü kabile hem zengindir hem de gücünden dolayı başka kabilelerin saldırısıyla yok edilmesi mümkün değildir. İşte bu yüzden toplumu oluşturan sıradan ve zayıf bireyler, yönetimi elinde bulunduran ya da yıldızı hızla yükselen siyasi partilere, cemaatlere vb. organizasyonlara yönelirler. Çünkü güçlü kabile güvenli bir ortam demektir.
Bugünün siyaseti de aynı düzlemde yürümektedir. Cumhuriyetin yarattığı en büyük kabilelerden birisi olan CHP ve onun etrafındaki yaşam biçimi özü itibarıyla aidiyet duygusuna dayalı bir kabiledir.
Dini gruplar ve hareketler de özü itibarıyla birer kabiledir. Bunlar tamamen aidiyet duygusuyla oluşan bunun yanında bir hizip kültürü ile hareket etmenin sonucunda yaratılan katma değerin paylaşılmasına dayanan kabilelerdir. Bu tip mensubiyetlerde yardımlaşma ve paranın kazanılmasından nerede harcanacağına kadar sosyal ve ekonomik dayanışma üst düzeydedir. Bu yüzden kabile içinde önemli bir refah dağıtımı da gözlenebilmektedir.
BDP gibi Kürtçü Hareketler, çeşitli sol ve sağ fraksiyonlar, MHP vs. de hep birer kabiledir özü itibarıyla. Çünkü hepsi bütünün bir kısmını içeren alt kimlikler sunan ve aidiyet esasına göre şekil almış organizasyonlardır. Diğer tüm küçük kabileler gibi devletin ve toplumun bütününü örnek almazlar, devletin ve toplumun bütününe de model olma yeteneğinden yoksundurlar.
Unutulmaması gereken önemli bir kabile daha vardır. Onlar da devlet bürokrasisi diyebileceğimiz; aydın, sivil ve asker bürokrasisidir. Bunlar da kendi içlerinde güçlü bir dayanışma içerisindedir ve ortak menfaatlere göre şekil alırlar. Bunların üçü de Osmanlı’dan mirastır ancak Cumhuriyet bunları zaman içinde dönüştürmüştür. Fakat şu an itibarıyla bunların her üçü de devlet erkini elinde tutan en güçlü kabile tarafından teslim alınmış durumdadır.
Son Büyük Kabile
Son onyıllık dönemdeki gözlemler açık bir şekilde göstermektedir ki AKP de bariz bir şekilde kabiledir. Çünkü kullandığı dinsel argümanlar ve öteki kabilelerin toplum nezdinde itibar kaybettirici yönlerine yaptığı vurgular, kendini tanımlamadaki öne çıkardığı ayırıcı unsurlar O’na da bir kabile kimliği kazandırmaktadır.
Kendini tanımlama konusunda AKP haksız sayılmaz. Çünkü AKP önemli ölçüde geçmişin güçlü kabilelerinin ezdiği, ötekileştirdiği, dışladığı kesimlerin savunduğu değerlerin bir bileşimi olarak doğdu ve kendi özünü bu değerlerle tanımladı. Yani AKP, şu an yenilmiş durumda olan ötekinin ötekileştirdiği ötekidir. Bu yönüyle AKP’nin temsil ettiği damar ile ötekiler arasında kalın bir duvar vardır ve ne olursa olsun AKP’nin temsil ettiği damar, kendine özgü değerleri ve farklılıklarıyla güçlü bir damardır.
Aslında AKP’nin vurguları klasik kabileciliği yasaklayan ve insanları evrensel bir çatı altında toplanmaya çağıran İslam dini ile bağlantılı da olduğu için ister istemez başka kabile mensuplarınca da çekici bulunabilmektedir. AKP ile benzer dinsel retoriklere sahip olan kabile çekirdeklerinin AKP karşısında gelişememesinin en büyük sebebi ise AKP’nin onlara nazaran hakim konumda olmasıdır. Bu da AKP’ye kabile şeflerini atlayarak doğrudan diğer kabile üyeleri ile etkileşime geçerek onlarla ittifak kurabilmesini sağlamaktadır. Mesela MHP, Saadet Partisi ve Has Parti seçmenleri bu çerçevede değerlendirilebilir.
Diğer yandan AKP’nin gücünü ezici bir şekilde kullandığına dair var olan inanç başkalarının AKP’nin karşısında itirazlar ileri sürmesinin de önüne geçmektedir. Bunda geçmişte 28 Şubat Dönemi gibi dönemlerde halka yönelik baskılar konusunda kimi AKP’lilerin ağzından kaçırdığı “Sıra bizde, artık biz onları fişliyoruz” türünden ifadeler AKP’ye yüksek sesle itiraz edilmesinin de önüne geçmektedir. Ancak bunun yanında uhrevi idealler uğruna tesis edilen bir kabilenin hızla dünyevileşiyor olduğu da göze çarpmakta bu da özellikle AKP’ye en yakın duran komşu kabilelerce kınanmaktadır.
AKP’nin diğer kabilelerle olan önemli bir farkını dile getirmek gerekmektedir. O da AKP’nin sadece içeriye değil dışarıya da güçlü aidiyet mesajları göndererek bölgesel çapta bir aidiyet çevresi yaratıyor olmasıdır. Bu konuda özellikle İsrail meselesi önem arz etmektedir. Her ne kadar ülkemizi yöneten AKP’li yöneticilerin İsrail ile girdiği tartışma çeşitli kesimlerce farklı anlamlandırılsa da bu konu Sn Başbakan’a bölgesel çapta bir tabiiyet alanı sunmaktadır.
Tarihi boyunca Türkiye İslamcılarının dünyadaki en önemli mazlumu olan Filistin konusu AKP’nin çekirdek kadrosunun ilk gençlik yıllarından beri en önemli siyasi argümanıdır. Kim ne derse desin Türkiye’de Filistin protestoları ile büyümüş geniş bir kitle vardır ve hemen hepsi bu noktada aynı düzlemde düşünmektedirler. Buna Türk toplumunun mazlumun yanında olma refleksini de ekleyince AKP’nin bu konuda geniş bir kamuoyu desteği vardır. Hatta seçimlerde de bunun etkisi açıkça test de edilmiştir.
Son Büyük Şef
Bu konunun içerideki etkisi bu yönde iken dışarıdaki etkisi ise Sn Başbakan’ın bölgenin mazlum milletlerinin gözünde ve gönlünde bir “kurtarıcı, kahraman” olarak algılanmasını sağlamaktadır. Bu noktada Sn Başbakan ülke içindeki kendine en yakın kabile üyeleriyle kurduğu doğrudan ilişkiyi komşu ülkelerin halklarıyla da kurmaktadır. Yani onların liderlerini atlayarak doğrudan halkla diyaloga girmekte, kendine tabii insan sayısını çoğaltmakta, kabilesini milletler üstü bir konuma taşımaktadır. Bugün Filistin, Mısır, Libya, Suriye gibi ülkelerde Sn Başbakan’ın da dahil olacağı bir seçim olsa hakkını teslim edelim hiç kuşkusuz Sn Başbakan oralardaki kabile şeflerinden çok oy alır. Sonuç itibarıyla son yılların Ortadoğu olayları içerideki muhalefetin keyfini kaçırıcı bir sonuç olsa da Sn Başbakana geniş bir tabiiyet alanı yaratmış bu da O’nun bölgesel konulardaki özgüveninin artmasını sağlamıştır.
Tekrar içerideki duruma dönersek, özü itibarıyla Türk siyaseti 20. yüzyıl boyunca küçük sapmalarla da olsa kabilecilik üzerine kurulu bir yapıya sahiptir. Herkes kendi kabilesinin değerlerini kutsayarak ona sorgusuz sualsiz sıkı sıkıya sarılmış buna göre ilişkilerini sürdürmüştür. Kabile üyelerinin kabile değerlerine olan sadakati derinleştikçe öteki kabilelerin üyeleri ile olan ilişkiler zayıflamış hatta yabancılaşma yer yer düşmanca hareketler görülmüştür. Türk toplumunun duygusal yapısı da bu anlayışın güçlü bir şekilde sürdürülmesine yardım etmiş, bunun bilincinde olan kabile şefleri de ısrarla bilinçaltında güçlü bir şekilde yer edinmiş olan özellikle dinsel temaları kullanarak bireyleri ötekilere karşı kışkırtmış bu yolla da bireylerin kendisine olan sadakatini güçlendirmiştir.
Son birkaç yılın siyaseti de bundan ziyadesiyle payını almış durumdadır. Örneğin bir yandan insanların bir kısmı Ergenekon adı verilen soruşturma sürecinde tutuklanmış olan herkese sorgusuz sualsiz sahip çıkarken öbür yandan öteki taraf ise yaklaşık 4 yıldır tutuklu olanların suçlu suçsuz olduğunu hesaba katmadan öteki taraftan oldukları için onların suçlu olduklarını düşünmektedir. Bu sadece hala yaşanmakta olan basit bir örnektir.
Diğer yandan İsrail konusu da böyledir. Toplum bir yandan İsrail kabilesine duyduğu nefretten dolayı Türkiye’nin İsrail karşısındaki atraksiyonları ile coşmakta diğer yandan ise İsrail’e salvoların peş peşe atıldığı tam da bugünlerde, temel amacı İsrail’i korumak olan Füze Kalkanı Sistemi’nin Türkiye’ye kurulmasını göremeyecek kadar şuur kaybındadır.
Sonuç;
Şef ne diyorsa o!
07.09.2011
http://twitter.com/#!/hdag77