İsrail ve yaptığı zulümler için yazmazsam kalemimi kırmam gerekirdi.
Her yıl özellikle de Ramazan ayında Filistinlilere uyguladığı zulümlerle, yaktığı canlarla gündem olarak kıyameti erkenden koparmayı hedef haline getirmiş bir İsrail için yazmazsak eksik kalmış olurduk.
Ahmet Cantürk hocamla görüşüyorduk.
Sitemini şu sözlerle dile getirdi;
Hocam diyoruz ki;
– Filistin için dua edelim.
– Zaten duadan başka bir şey yapmıyorsunuz. Duanın ne faydası oldu ki?
– Yürüyüş yapalım.
– Yürüyüşün sloganın ne faydası var ki, yıllardır aynı sloganları atıyoruz bir şey değişmiyor.
– Yardım yapalım.
– Yardım kuruluşlarına güvenmiyorum.
– Hükümet üzerinde toplum baskısı kuralım.
– Hükümet de milletin gazını alıyor, onların da bir şey yaptığı yok.
– Sosyal medyada gündem oluşturalım.
– Sosyal medya yahudilerin elinde, boşuna uğraşmayın.
– Peki ne yapalım?
Zulmü duyurmayalım mı mı?
Zalimi alkışlayalım m?
Orada ölen mazlum çocuklar için gözyaşı da mı dökmeyelim?
Zalimin zulmü varsa mazlumun Allah’ı var da mı demeyelim?
…
Bilinmeli ki Kudüs ilk göz ağrımız, ilk sevdamız, ilk yönümüz, Miracımızın ebedi emaneti, inancımızın ezeli onurudur.
Her Ramazan Filistinli kardeşlerimizin inanç ve ibadet özgürlüğüne musallat olan, Harem-i Şerif’in statüsünü hedef alan İsrail bilsin ki Kudüs bizim ilk kıblemizdir ve teslim edilmeyecektir.
İsrail bir terör devletidir, şiddeti politik enstrüman olarak kullanmaktadır. Diğer yanda Batı Şeria’da sürekli kamçılanan Yahudi yerleşimci terörü mazlumları evinden barkından çıkarmaktadır.
Kudüs yaslıdır, Gazze hüzünlüdür, Batı Şeria gariptir, Filistin iki ateş arasındadır.
Ve tüm Mazlum coğrafyaların olduğu gibi Filistin’de de beklenen Türk’tür.
Türk beklenendir.
4 asırdan fazla Osmanlı egemenliğinde kalan Filistin’de bir gün bile kan ve gözyaşı yokken Osmanlı’nın boşalttığı tüm coğrafyalarda hüzün ve gözyaşı vardır.
Arap coğrafyalarında satılmış arap yönetimleri Amerika’nın ve İsrail’in paryası ve kuklası olmuş durumdadır.
İlhan Bardakçı ile tarihe bir yolculuk yapalım mı?
Yıllar önceydi, sene 1972.
O zamanlar genç bir gazeteciydim. Türkiye’den bazı siyasiler ve iş adamları İsrail’e resmi ziyarette bulunuyorlardı.
Biz de gelişmeleri izlemek için oradaydık.
Bir sıcak mayıs akşamıydı. Her ziyarette olduğu gibi sıradan bir işti anlayacağınız.
Ziyaretin dördüncü günü bize tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başladılar, kafile olarak Mescid-i Aksa’ya vardık.
Heyecanlanmıştım asırlık merdivenlerden yukarı çıkarken.
Avlunun kenarında biri dikkatimi çekti. Doksan yaşlarında bir adam.
Üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması; her yanı yama içinde, hatta bazı yamaların bile tekrar yamanmış olduğu bir elbise…
Asırlık ağaçların gövdesindeki halkalar misali yamaları yaşını göstermeye çalışıyordu sanki.
Orada ayakta bekliyordu, sırtına zorla yapıştırılmış gibi duran hafif kamburu da olmasa dimdik duracaktı. İki metreye yakın boyu ile yaşlıydı ama bir o kadar da vakur.
Şaşırmıştım.
Yanına yaklaştığımı fark etti, ama kımıldamadı.
‘Selamün aleyküm baba.’ dedim.
Başını biraz bana doğru çevirdi, durakladı ve çatallanmış titrek bir sesle “Aleyküm selam oğul.” dedi.
“Hayırdır baba sen kimsin, burada ne yapıyorsun?” dedim.
“Ben…” dedi titreyen bir sesle. “Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.”
Sesinde titreme kalmamıştı.
Genç bir askerin tekmil vermesi gibi tekrarladı:
“Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım.
Bizim bölük Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nden İngiliz’e saldırdı. Cânım ordu Kanal’da yenildi. Artık geri çekilmek elzem idi. Ecdat yadigârı topraklar bir bir elden gidiyordu.
İngiliz, sonra Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık.” dedi.
Osmanlılar, İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde mübarek belde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakır.
Eskiden bir kenti ele geçiren devlet, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmazmış.
Zaten İngilizler de Kudüs’ü işgal ettikleri zaman halk çok tepki göstermesin diye küçük bir Osmanlı birliğinin şehirde kalmasını istemişler.
Sonra anlatmayı sürdürdü: “Bizim artçı bölük elli üç neferdi. Mütarekeden (Mondros Ateşkesi) sonra ordunun terhis edildiği haberi geldi. Başımızda kolağamız (yüzbaşı) vardı.
‘Aslanlarım, devletimiz müşkül vaziyettedir.
Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar, beni İstanbul’a çağırıyorlar. Gitmem gerek, gitmezsem mütareke emrini çiğnemiş, emre itaatsizlik etmiş olurum.
İçinizden isteyen memleketine avdet edebilir, ama beni dinlerseniz sizden tek isteğim var:
Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretleri’nin yadigârıdır. Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk ‘Osmanlı da gitti, bundan sonra bizim halimiz nice olur!’ demesin.
Fahri Kâinat Efendimiz’in ilk kıblesini Osmanlı da terk ederse gâvura bayramdır.
Siz, İslam’ın şerefini, Osmanlı’nın şanını ayaklar altına aldırmayın.’ dedi.
Bölüğümüz Kudüs’te kaldı. Sonra upuzun yıllar bir anda bitiverdi.
Bölükteki kardeşler teker teker Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Düşman değil de yıllar biçti geçti bizi. Bir ben kaldım buralarda. Bir ben, koca Kudüs’te bir Onbaşı Hasan.” dedi.
Alnından akan ter, gözyaşına karışıyor, kırış kırış olmuş yüzünde kendi yol bulup akıyordu.
Konuşmaya devam etti: “Sana bir emanetim var oğul, nice yıldır saklarım. Emanetimi yerine teslim eden mi?” dedi. ‘Elbette baba’ dedim.
Sanki Türkiye’ye haber göndermek için birini bekliyordu.“
Anadolu’ya vardığında yolun Tokat sancağına düşerse Mescid-i Aksa’ya beni nöbetçi bırakıp burayı bana emanet eden kolağam Mustafa Kumandanımın yanına git.
Ellerinden benim için öp ve de ki: ‘Kudüs’ü bekleyen 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Nöbetini terk etmedi, tekmili tamamdır hayır dualarınızı beklemektedir kumandanım.’ de.”
‘Tamam’, dedim.
Bir yandan göz yaşlarımı gizlemeye, öte yandan dediklerini not almaya çalışıyordum.
Nasırlı ellerine sarıldım sonra öptüm öptüm.
‘Allah’a emanet ol baba’ dedim.
“Sağ olasın oğul. Bizim için dünya gözü ile o mübarek Anadolu’yu görmek mümkün değil.
Var sen selam götür tanıdık tanımadık herkese.” dedi.
Kafileye geri döndüm, sanki bütün tarihimiz kitaplardan canlanmış da karşıma çıkmıştı.
Rehbere durumu anlattım, inanamadı.
Adresimi verdim, bu askeri takip etmesini, bir şey olursa bana mutlaka haber etmesini istedim.
Türkiye’ye gelince verdiğim sözü yerine getirmek için Tokat’a gittim.
Askerî kayıtlardan Kolağası Mustafa Efendi’nin izini buldum.
Maalesef vefat edeli yıllar olmuştu. Sözümü yerine getirememiştim.
Ardından seneler birbirini kovaladı.
1982’de bir gün ajansa geldiğimde bir telgrafım olduğunu söylediler.
Rehberden gelen telgrafta bir tek cümle yazılıydı:
“Mescid-i Aksa’yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün öldü”…
Biz Osmanlı’dan alınan coğrafyaları terk etsek de o coğrafyalar bizi terk etmedi.Türk’ün sancağının gölgesi Türk’ün bölgesi demektir.
Coğrafya kaderdir.
Türk beklenendir.
Vesselâm.