Trakonya nedir, bilir misiniz? Üzülmeyin sakın bilmiyorsanız. Çok sonraları öğrendim ben de. Kitaplardan değil ama. Bizzat yaşayarak… Bu soruyu yanıtlamadan önce bir anımı anlatmak isterim size:
İyi bilmediğim, daha doğrusu cahili olduğum konulardan biri de balıktır. Hani şu ırmakta, gölde, denizde yaşayan balık… “Nasıl olur, sen Antalyalısın. Sen de bilmezsen kim bilir?” diyenler olacaktır; haklı olarak. Ancak Antalya’nın Akseki ilçesinden olduğumu unutanlardır onlar. Ve üstelik on bir yaşıma kadar bir dağ köyünde yaşadığımı bilmeyenler…
Evet, gerçek bu! On bir yaşıma kadar ne göl gördüm, ne deniz… Kışın coşup yazın kuruyan derelerimizde de yoktu balık. İlkokuldan sonra Aksu Köy Enstitüsü’nde okuma şansını yakaladım da ancak orada gördüm ilk kez balığı ve ilk kez orada yedim.
Kedimiz de vardı köyümüzde, keçilerimiz de… İneğimiz de vardı, tavuklarımız da, eşeğimiz de… Onlardan sorun, söyleyeyim. Balık demeyin ama bana! Peşin peşin söyledim ya en başta. Bilgisizim o konuda. Temelde yoksa eğer, olmuyor işte sonradan.
1969 Eylülünde yedek subay olarak askerlik görevimi tamamlayınca Ağrı’da, asıl mesleğim öğretmenliğe dönmüştüm. Edirne’nin ilçesi Keşan’a atanmıştım bu kez. İki yıldır orada çalışan meslektaşım Türkçe Öğretmeni Şekip Işık’la öyle uyuştu ki kafalarımız, kardeş gibi olduk kısa zamanda. Pozitif bir beyni ve tertemiz bir yüreği vardı. O da henüz bekârdı; benim gibi. Öyle güzel anlaşıyorduk ki her konuda! Gizlimiz saklımız yoktu hiç bir birimizden.
Ders yılı sonu geldi. Sınavlarla geçti haziran. Temmuzla birlikte başladı sıcaklar. Annem ve kız kardeşim vardı yanımda. Dolayısıyla memlekete gitmeyecektim o yaz. Aslen Samsunlu olan fakat ailesi İstanbul’da yaşayan dostum Şekip de gitmiyordu. “Öyleyse gel seninle deniz kıyısında bir kamp yapalım” deyiverdi bir gün.
“Yapalım da dostum nerede, nasıl?”
“Sen henüz gitmedin ama Keşan’ın Erikli diye güzel bir sahili var. Kumu da şâhâne, denizi de… Düşündüm ben bu konuyu. Bir yerden çadır verecekler bana. Tek başına tadı çıkmaz ama. Sen de evet dersen yatak, yastık, battaniye bir şeyler götürürüz. Basit yemekler yapmasını bilirim ben. Sen de bilirsin mutlaka. Yardımlaşa idare ederiz iki üç hafta. Ne dersin?”
“Valla hiç aklımda yoktu böyle bir şey. Ama neden olmasın? Sen evet diyorsan, ben niçin hayır diyeyim?” dedim ve gerekli hazırlıkları yaparak kalkıp gittik Erikli’ye. Epeyce uğraşıp motele yakın bir yere kurduk çadırımızı. Yatağımızı, battaniyemizi, küçük gaz ocağımızla gerekli mutfak araç gereçlerini de yerleştirdik. İşimiz bitince mayolarımızı giyip denize girerek kutladık başarımızı.
Gündüz sıcak ama gece oldukça serindi. İyi ki getirmişiz battaniyelerimizi. Askerken tatbikata çıktığımızda çadırlarda yatıp kalktığımız için yabancı sayılmazdık; bu tür konaklamaya. Üstelik bir de el radyomuz vardı yanımızda. Haberse haber, müzikse müzik… Canımız çektikçe çay da demliyorduk. Daha ne isteriz ki!
İkinci gün öğleden sonra balığa çıkmaya karar verdik. Bir sandal kiraladık. Şekip geçti küreklerin başına. Ustaca kullanıyordu. Ben daha önce sandala da binmemiştim hiç, kürek de çekmemiştim. Balığa da ilk kez çıkıyordum. Yani ki acemisiydim bu tür işlerin. Epeyce açıldıktan sonra kıyıdan, ”Burası iyi” deyip kürekleri bıraktı arkadaşım. Oltayı çıkarıp iğnesine bir yem takarak fırlattı denize. Epeyce bir sallayıp durdu ama merhaba diyen olmadı hiç. “Nerde bu balıklar?” derken, “Evet, geldi işte bir tane” deyip hızlı hızlı çekmeye başladı oltayı. Merakla izliyordum dostumu. Gerçekten de bir karış büyüklüğünde bir balık vardı oltanın ucunda.
Balığı tutup oltadan çıkarmak da benim görevim olmalıydı; değil mi ya! Hemen eğilip elimi uzatmamla birlikte, “Dokunma! Sakın dokunma!” diye telaşla kükredi dostum. Şaka yapıyor sanarak daha bir hevesle tutmak üzereyken balığı, sertçe engel olmasın mı bağırarak. Arkadaşımda görmeye alışık olmadığım bir davranıştı bu. Niçin engel oluyordu bana? Ne olurdu balığı ben çıkarsam oltadan? Hiçbir anlam veremeden, “Ne oluyorsun?” der gibisinden şaşkın şaşkın bakarken yüzüne:
“Şaka mı yapıyorsun arkadaş? Yoksa zehirli bir balık olduğunu bilmiyor musun onun?” demesin mi?
“Ne diyorsun, Tanrı aşkına sen arkadaş? Zehirli balık mı olurmuş? Tutup da çiy çiy yemeyecektim ya onu.”
“Anladım; bilmiyorsun gerçekten. Yesen bir şey olmaz da dokununca zehirler; sırtındaki dikenlerle. Trakonya derler ona. Felç eder adamı. Öyle korktum ki dokunacaksın diye.”
İlk kez balığa çıkmışım. Nerden bilirim ben trakonyayı! Yılanı, akrebi, sıçanı, kurbağayı, kargayı, kekliği, kartalı bilirim de balığı bilmem işte! İlk kez o gün duydum trakonya adını. Bizim dilimizde kaya balığı denirmiş. Balıkçılar iyi bildikleri için çok dikkatli olurlarmış. İyi de Şekip nerden biliyordu bunları? O gün, onun bilgisi ve dikkati sayesinde kurtulmuştum zehirlenmekten.
Ah benim değerli dostum! Ah benim vefalı arkadaşım! Ah benim yurt, ulus ve Atatürk sevgisiyle yanıp tutuşan idealist meslektaşım! Seni başka özellik ve güzelliklerinle de anlatmak isterim başka bir söyleşimde.
Mademki sözü balıktan açtık bugün. Size bir sorum olacak. Canınız balık yemek istedi ve bir balıkçıya gittiniz: Eşiniz ve dostlarınız da var yanınızda. Garson gelip, “Ne arzu edersiniz?” diye soracak elbet. Biliyorsunuz ki hamsiden palamuda, istavritten levreğe, sarıkanattan tekire varıncaya kadar her çeşit balık var orada. Sizce en iyi, en makbul balık hangisi? Niçin hangi balığı seçmeli? Şekip olsa ona sorardım da, yok o maalesef. Erken erken çekip gitti bu dünyadan.
Çok merak ediyorum. Ne olursunuz, bu soruma bir cevap verin bana lütfen! Bekleyeceğim.
Hüseyin Erkan