Soğuk savaş yıllarında şunu duyardık: Bir Danimarkalı, Hollandalı NATO’nun ileri karakolu olan Türkiye SSCB tarafından saldırıya uğrarsa Türkiye için ölüme gider mi? Savaştan bıkmış, sırtı pek karnı tok Batılı müttefiklerimizin gençlerini buna razı edebileceğine pek ihtimal vermezdik, o genç yaşlarımızda… Dön dolaş bugün, yine, sanırım bu soruyla karşı karşıya kalıyoruz. Üstelik ihtimal yine şüpheli görünüyor…
Soğuk savaş sonrası müttefikimiz Batı Blok’u ile askeri işbirliği dışında sosyal ve siyasal entegrasyon konusunda niyetler ortaya kondu, fırsatlar yakalandı. Lakin toplumsal yapımıza egemen olan günübirlik yaşam algısı ve “batıya akan nehirde doğuya doğru yüzme” inadımız bu fırsatları değerlendirmemize engel olmuştur.
………
Batı demokrasilerinin iki önemli ayağı vardır: Özel mülkiyet (kapitalizm) ve demokrasi… Son 15-20 yılda İslam’ın demokrasi ile tanıştırılması projelerinde, İslam, kapitalizmle sorun yaşamazken iş demokrasiye geldiğinde yalpalamalar başlamıştır. Batı demokrasileri bireyi özgürleştirip kendi haline bırakırken, İslam (siyasal İslam) bireyi kavimci, cemaatçi, mezhepçi vs. yaklaşımlarla sarıp sarmalamaya, birer ideoloji haline dönüşen mikro ümmetçilik anlayışı ile tektipleştirmeye devam etmiştir. Ve inanca dayalı aidiyet odakları bir diğerini kendine tehdit ve tehlike olarak görmeye başlamıştır. Görünürde “dış mihraklara” karşı kurulan ittifaklarda güvenden çok “güve etkisi” ön plana çıkmıştır. Bugün İslam ülkelerinde demokrasinin önünün açılamaması ve güve etkisi, kutsanmış ölümlere yürüyen mistik, silahlı kitleler üretmiş ve İslam maalesef terör ile anılır olmuştur.
Bir yaşam biçimi olarak demokrasiyi içselleştiremeyen Türkiye de demokrasiyi salt bir iktidar mücadelesinin aracı olarak görmeye başlamış ve şekilselleştirmiştir. Şekli demokraside birey, açık veya kapalı biat ve aidiyete dayalı grup ve/veya kurumların öznesine dönüşmüş, akılın özgürleşmesi yerini dogmalara bağlılıklara bırakmıştır. Sonuç şablonlarla düşünen, sloganlarla yaşayan, insan veya nesneleri idolleştiren bir sosyal yapı… Ve fakat düşünmeye üşenen, anlamakta zorlanan, basiret eksikliği çeken bir sosyal yapı…
Bu sosyal yapıyı yaratanlarla bu sosyal yapıya yaslananlar ara sıra yer değiştirse de bu yapı, sürekli kutsanmıştır. Cumhuriyetçilik adına kutsanmıştır, milliyetçilik adına kutsanmıştır, maneviyatçılık adına kutsanmıştır vesaire… Ve yarattığımız coğrafi fanus içinde birbirimize birbirimizin propagandasını yaparak şişinirken “güve etkisi” ile bir birimizi de kemirmeyi ihmal etmiyoruz. Gerçeği ise dünyanın aklı ve bireyi özgürleştiren ülkeleri ile kıyaslandığımızda görebiliyoruz da onu bile umursamıyoruz.
……..
Dünyada devletlerin, güç gösterisinin merkezi bugün Ortadoğu olmuştur. Avrupa’dan Amerika’ya Rusya’dan Çin’e bu bilek güreşinde ilginin Ortadoğu’da olması, hala dünyanın enerji ihtiyacının merkezinin Ortadoğu olmasındandır. Petrol fiyatlarını belirleyen hala Ortadoğu petrol rezervleridir. Bugünün dünyasında petrol piyasasında söz sahibi olmadan, enerji kaynaklarını kontrol etmeden “büyük devlet” olmak veya büyük devlet olarak kalmak zordur.
Bizim yöneticilerin yanılgısı, dünya düzenini, milliyet ve/veya inanç duygusallığı üzerinden anlamaya çalışmalarıdır. Halin böyle olmasında eğitim sistemimizin de etkisi vardır. Nasıl ki kendi etnik çeşitliliğimizi uzun yıllar görmezden geldiysek (ve hatta İslami mezheplerimizi) diğer müslüman ülkeleri de müslüman ve Arap, müslüman ve Farsi vs. gördük. Belki de I. Körfez savaşına kadar Irak’ta yaşayan mezhepsel ve etnik çeşitlilikten haberimiz bile yoktu… Keza coğrafyamızı çevreleyen Suriye’den, İran’dan, Mısır’dan Arap yarımadasındaki çeşitlilikten bihaberdik… Ama “büyük devletler” haberdardı… Onun için “Arap baharını” anlayamadık, bu müslüman ülkelerin kendi iç dinamiklerinin sonucu sanıp onlara “model” olmaya soyunduk; onun için Suriye’deki Esad rejiminin haftalar içinde çökeceğini sanıp müdahil olamaya soyunduk… Ve onun için Rusya’nın Suriye’de ne aradığına akıl erdiremiyoruz… Ve onun için Kürt sorunun sadece yerel ve asayişle ilgili bir sorun olduğunu düşünüyoruz hala…
Uluslar arası arenada devletleri yönetenlerin tek bir endişesi vardır, yönettikleri kitlelerin refahını ve güvenliğini sürdürülebilir kılmaktır. Aksi toplumsal kargaşa ve iç asayişin bozulmasıdır ki buda hem mülkiyeti tehdit eder hem sermayeyi… Dengelerin yeniden yerli yerine oturmasının ise toplumsal ve ekonomik maliyeti vardır. Onun için uluslar arası ilişkilerde bildik vicdani ahlak kuralları değil güçlünün koyduğu kurallar işler…
……….
Ve hala toplum olarak birbirimize güvenemiyoruz ve güve misali birbirimizi kemirip duruyoruz. Vesselam… 09.10.2015