Yaptığın işin hakkını vermenin, bir çiviyi itinayla çakmanın, musluğu dörtdörtlük tamir etmenin, yemeği özenle yapmanın ahlaki bir ödev olduğunu
bilmek ve bunu günlük yaşamın her türlü eylemine yansıtmaktan geçiyor. Ahlak biraz da itina demektir, yaptığın işteki dürüstlüğündür, diyemez miyiz?
Tohum, kalbini şebneme açar, kalın kabuğundan vazgeçmeye, zırhının delinmesine razı olur ve çatlar… Bağrından yemyeşil bir filizin süzülüp çıkmasına yol verir, konforunun bozulmasına el verir, sahte güvenliğin bilindik sahilini terk eder ve özgürlüğe yelken açar, toprağı yara yara büyümenin sancısına katlanmaya söz verir… Tohumun başarısıdır bu, doğru, fakat tek başına elde etmemiştir bu başarıyı… Uzak galaksideki bir yalnız yıldızın bile payı vardır bu başarıda: gök, yer, su, toprak, hava, meyveyi gagalayıp tohumun toprağa düşmesine vesile olan ardıç kuşu, her şey ama her şey pay sahibidir bu başarıda… Kendi kendine övünen, böbürlenen bir tohum hayal edebilir misiniz? ‘Kabuğumu ben çatlattım, filizimi ben çıkardım, çok çalıştım, çok acı çektim ve bu uğurda uzun bir süreçten sonra bu sonuca ulaştım’ diyebilecek bir tohum düşünebilir misiniz? Hayal gücünün sonuna kadar zorlandığı postmodern çocuk öykü kitaplarında ya da bilim kurgu fantezilerinde rastlayabilir misiniz böyle bir ifadeye?
Hayat dediğimiz hakikatin içinde bizler de içinde sınırsız sayıda tohumlar taşıyan büyük bir tohumuz… Evet, insan bir tohumdur. Hayatın toprağına atılıp, kabuğundan ayrılmaya razı olduğunda, kendi hizmetine sunulmuş tüm diğer unsurların yardımıyla ahiretin göğünde kök salacak bir tuğba ağacının tohumudur insan… Dünya tarlasında bir tohum: İnsan… Hayat toprağının bağrına konulmuş karnı geniş bir tohum… Hayattaki her şey bu tohumun hizmetine sunulmuş, her şey içindeki pek çok yetenek tohumunu çatlatmasını ve ulu bir ağaç olmasını istiyor… Evren ağacının meyvesi insan, içinde bu ağacın çekirdeğini taşıyan insan… Çekirdeğin toprağın koynunda serpilip ağaca durması: Başarı…
İnsanın dünyaya ‘boş bir levha’ (tabula rasa) olarak geldiğini söyleyen filozof yanılıyor… Dünyaya sırtımızda bir çuval tohumla gönderiliyoruz adeta. Çuvalın içinde maddi ve manevi sayısız tohum var. Bu tohumları ömrümüzün içinde zamanın ve mekanın toprağına atıp yeşertmemiz dünyadaki ödevimiz. Nice yetenek, nice eğilim, nice ince duygular, nice hassas manevi cihazlar kuvve halinde insanlık özümüzde yeşermeyi bekliyor… Fıtrat, biraz da bu demek, bir çuval tohumla dünyaya gelmek… Elindeki tohumlara kıyamadığı için avucunda tutan, tavan arasında saklayan ama toprağa atmayan bir çiftçinin acınası halini göz önüne getirin. Tohumları korumak adına çürüttüğünün farkında değildir, bu yüzden ‘acınası’… Peki bir başka çiftçi düşünelim ki elindeki tohumları uygun toprağa atmak yerine verimsiz, kıraç, çöl toprağına savuruyor, yahut daha da vahimi beton üzerine atıyor… Sonra da mahsul bekliyor hevesle, ümitle… Ne beyhude bir bekleyiş: başarısızlığın daniskası…
İşte tohum ve meyve mecazından hareketle anlatmaya çalıştığımız bu ‘hayat ve başarı’ anlayışına karşılık, manevi boyutundan ve metafizik derinliğinden koparılmış bir ‘hayat ve başarı’ yaklaşımında, ilk elde çok para kazanmak, işinde yükselmek, yüklü bir satış yapmak, sınavı kazanmak, şöhret olmak gibi durumlar akla gelmektedir. Yani daha çok ekonomi odaklı bir ‘hayatta başarı’ anlayışıyla karşı karşıyayız… Hayatta başarı, bazı somut parametrelere indirgenince, bu başarıyı kendine maledip sahiplenmek kaçınılmaz hale geliyor. Anne-babası çocuğa, sınavdan yüksek puan alınca ‘başarılı’ deyip ‘eee benim çocuğum, tabii başarılı olacak’ demesini biliyor, fakat çocuk sokaktaki kimsesiz bir yavru kediyi içeri alıp da içindeki şefkat tohumunu çatlatan bir eylemde bulunduğunda yine aynı anne-baba aynı övüncü içinde duyamıyor… ‘Bu çocuk da çok duygusal olacak galiba, kediyle köpekle uğraşacağına, testlerini çözse de adam olsa ya’ diyebiliyor en çok…
İnsani özümüzün dile gelmesi, gelişmesi adına yapılanlar başarı hanesine kaydolmuyor günümüzde. İnsanın insan olma yolculuğunda insanca adımlar atması, içindeki manevi tohumları yeşertmesi, özüne yaklaşmak için atılımda bulunması başarıdan sayılmıyor. Her şeyi ölçüp biçen, rakamlara hapseden ‘hendesi zeka’ dört bir yana saltanat bayrağını dikmiş gözüküyor. Hendesi zeka’nın karşısında ‘ince zeka’nın tüm kaleleri zaptedilmiş, bütün orduları terhis edilmiş, cümle hazineleri yağma edilmiş… Esefler bin defa… Hem ‘hayat’ algısında, hem de ‘başarı’ anlayışında gökyüzünü yere çivilemek gibi bir anlam daralması ile içimiz ve dışımız kuşatılınca, bu kuşatılmışlık aşama aşama günlük hayatın bütün alanlarına da yansıyor… Çağın ‘akıl tutulması’ kanaatimce budur: Okyanusu bardağa sığdırmaya çalışmanın derin bunalımı…
Hayatta başarılı olmak istiyorsak (ki yaradılış itibarıyla isteriz) öncelikle ‘hayat’ ve ‘başarı’ algımızı f tipi cezaevindeki hücrelerinden kurtarıp okyanus yolculuklarına çıkarmalı, dağların zirvesine tırmandırmalıyız. Bakış açısının pencerelerini sonuna kadar açmayan, dünyaya bir iğnenin deliğinden bakan bir insan, hayatta ne kadar başarılı olacaktır? Ömründe hiç olgun kavun yememiş biri, ham kelekleri kemirmeye devam ederken, dünyanın en güzel kavunlarını yediğini sanıyorsa, bu ne yaman çelişkidir, sorarım size? Demem o ki, hayatta başarı hayata, olaylara, insanlara, fikirlere, yaradılışın düzenine karşı bakış açımızın tohumlarını çatlatmaktan geçiyor öncelikle… İçimizdeki istidat, kabiliyet, eğilim, sezgi, düşünme, hissetme, ince duyular (letaif) gibi ilahi tohumların kapısını aralamaktan geçiyor. Yaptığın işin hakkını vermenin, bir çiviyi itinayla çakmanın, musluğu dörtdörtlük tamir etmenin, yemeği özenle yapmanın ahlaki bir ödev olduğunu bilmek ve bunu günlük yaşamın her türlü eylemine yansıtmaktan geçiyor. Ahlak biraz da itina demektir, yaptığın işteki dürüstlüğündür, diyemez miyiz? Bu çabaların sonucunda bize apoletler takmayabilirler, makam, maddi kariyer, ün, servet vermeyebilirler. Fakat bizzat insan olma, kendinden kendine bir yolculuk yapma, içinin tohumlarını çatlatma, dünyadan düşünceli bir yolcu olarak geçip gitme bir başarı değil midir? Sonuca odaklanıp süreci ihmal etmek, önemsiz görmek başlı başına bir başarısızlık değil midir? ‘Yolun kendisi handan önemlidir’ diyordu düşünür, hatırlatırım…
Böylesi bir tefekkürle, bu türlü bir bakış açısıyla hayatımıza baksak, yaşadıklarımızı bu zaviyeden yaşasak, eşimize, çocuğumuza, insaniyet tohumumuzun dünyadaki en verimli toprağı olan ailemize böyle bir algı biçiminin yedeğinde yaklaşsak acaba neleri başarırdık, düşünebilir misiniz? Diyelim, çocuğun evde sakarlık etti ve o canım vazoyu kırdı, kızgınlıktan küplere bindin, ayağınla toprağı kazıyorsun, tam o esnada karşındaki bacak kadar yavru gözünde, 25 yaşlarında boylu boslu bir yetişkinin tohum hali gibi hayalen belirdi. İçindeki ‘insanı nesneye tercih etme, merhamet, öfkeye hakim olma’ gibi manevi tohumları çatlatmaya niyetlendin ve buna göre davrandın. Bu türden davranış manzumesini eşine, dostuna, arkadaşına, her yere ve her şeye tatbik ettin. Hayat nasıl olurdu?
Eh, diyeceksin ki ‘Ama bu söylenenler sonucunda elime somut olarak ne geçecek, bana madalya mı takacaklar, tüm bunlar laf ebeliği olmaktan öte ne işe yarar?’
Ben de derim ki, öncelikle bu güzel bir soru… Fakat tarihten bir fotograf karesi nakletmeme müsaade et ey benim güzel okurum: Uçağın atası olan balonu icat eden mucit kardeşlerin geliştirdikleri balonu büyük bir kalabalığın huzurunda tanıtmaları esnasında arka taraflardan biri yanındakinin bir düşünür olduğunu bilmeden sorar, ‘Hıh, balonmuş, ne gereksiz icat, bu havada uçan şey ne işe yarar ki bayım? Cevap çok geçmeden gelir: ‘Yeni doğan bir bebek ne işe yarar bayım?’