İncecikten nağmeler, sabahın serininde karşı tepeden geliyordu. Nağmeler saz eşliğinde okunuyordu. Yanık ve hüzünlüydü nağmeler.
Nağmeler tüm duygusallığıyla kulağımıza, vadiyi yalayarak geliyordu. Duygu dolu nağmeler vadiye indiğinde derenin çağlamasını da kendisine katıyordu. Nağmeler tepelerin esintisiyle, kulağımıza gelene kadar, farklı bir güzellik ve farklı bir işlerlik kazanıyordu.
Saz ve söz, serin bir esintiyle başladı. Kardeşim, incecikten bir nağme diyordu. Hatta Türk sanat ve halk müziğini sevmeyle ilgili oylama yapıyordu. Sanat ve halk müziği, her zaman da eşit oy alıyordu.
Tepelerin nağmesi, sabah ve öğle iki seans olarak düzenleniyordu. Takipçisi ve de izleyici kitlesi bizdik. Nağmenin suyun sesine uymasıyla kazanılan frekans olaya farklı bir güzellik katıyordu. Bel ki de biz öyle algılıyorduk.
Nağmelerden hüzünlenirken de alkışlıyorduk iç dünyamız neşeleniyordu. Tepenin nağme üstadı, alkışımızı ne kadar duyar bilemezdik ama biz ilgisiz kalmazdık. Bırak sepetleri alkışa başla, tempo tut. Güneş yakıyormuş, yorgunluk baş göstermiş, bize yanaşmıyordu.
Nağmeler nelere imza atıyordu. “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” diyordu kemanın telleri. Kemanın telleri suyun çağlamasına uğrar ve katardı kendine yeni bir esinti. Bundan çok hoşlanmıştık. Nağmeler farklı frekansta ve kadife bir ses gibi kulağımıza geliyordu.
Tepenin nağmesi ses eğitimi almış olmalıydı. Aksi hâlde keman bu kadar güzel coşamazdı. Keman bizim dilimizde konuşuyordu. Türküleri yazmadım. Ne türküler, uzun inçe bir yoldan başla, kırmızı gülden çık ve onlara karanfil oylum oylumu ekle.
Böyle bir müzik ziyafetine gündelikçilerimizi de katıyorduk. Kardeşim onlara nağmelerin yazılış tarihi üzerinden, sorar ve bizi güldürürdü. Kardeşim, “İnce uzun bir yoldayım, ne demek istiyor. Yusuf cevap veriyor. Patika, diyordu. Niçin akşam hüzünleniyor. Yusuf cevaplıyor. Akşam karanlığında kayıktan suya düştü ve kayboldu diyor.
Kardeşim bu defa Recebe soruyor. Kırmızı gül hangi yörenin türküsü, Recep, bizim köyün değil. Sabahın seherinde, sırtımızda sepetler, nağme başlıyor, “Seher vakti çaldım yârin kapısını.” Dallar hiç geliyor bize ve sepetler doluyor.
Kahvaltıya eve çıkmıyoruz ve fındıklıkta nağmeler eşliğinde çayımızı yudumluyoruz. Nağme kesilse toplama verimimiz düşüyordu. Yalnız bizimkiler, şöyle bir kemençe çalsa der gibi sızlanıyorlardı. Kardeşim, bir dakika söyleyeyim kemençe havasına başlasın diyor. Çalmazsa kızıyor, herhâlde yarına bıraktı diyor.
Tepenin nağmesi kemanının akordunu düzenlerken, biz de alkış tutuyorduk. Çalıp söylemeye başladığında ise, dallardan bile ses çıkartmıyorduk. Böylece ocaklara bir sessizlik çöküyordu.
Gündelikçilerimizden birinin sesi güzeldi. Karadeniz türkülerini iyi söylermiş. Ona kardeşim bu nağmelerin peşine denizde söylersin. Nasılsa her akşam gidiyoruz, sesini dalgalara uydurursun derdi.
Tepenin nağmesi, güzel şarkılarına devam ediyordu. Bizim yorumlarımız ona belli ki, ulaşmıyordu. O bildiği gibi çalıp söylüyordu. Eğitimli bir sesin yansıttığı duyguyla fındığı iş olarak değil de sanki eğlencedeymişçesine topluyorduk.
Güzel ses ve söz ziyafetiyle sabahın seherinde, fındığı toplamanın keyfi de bir başka oluyordu.