‘Öykünme, onun gibi olma’ anlamında Osmanlı, Lale Devriyle batılılaşma sürecine girmişti. Osmanlı entelijensiası kendisinin masumca karşıladığı bu taklitçiliği, halkın kabullenmediği, geniş halk yığınlarının henüz buna hazır olmadığı gerçeğini üst düzey birçok devlet adamının hayatına mal olan ‘Patrona Halil’ isyanıyla nihayetinde algılayabildi. Bunun için halk tabanına dayalı yeniçeriliği kaldırmak zor ve güç oldu.
Patrona Halil isyanından sonra Osmanlı devlet yönetimi, batılılaşma yolunda atılacak tüm adımlarda halk tabanını ve onun dini duyarlılıklarını hesaba katmak zorunda kaldılar.
Aslında baştan beri Osmanlıyı yöneten irade, her şeye rağmen batılılaşma, Batı gibi olma kararındaydı. Ancak karşılarında kendilerinden veya dışardan küçük bir yönlendirmeyle din hassasiyetli halk tepkisini çok rahat görebiliyorlardı.
Sultan ikinci Abdülhamit dönemine bu perspektiften baktığımızda batılılaşma yolunda büyük adımlar atılırken din hassasiyetli halk yığınlarını da tabir caizse ürkütmemek adına temkinli davranıldığı görülür. Örneğin Abdülhamit tüm Osmanlı ülkesini Batı eğitim sistemli okullarla donatırken geleneksel eğitim kurumlarının da devam etmesini sağlamıştır.
Jön Türklerle başlayan din-diyanet hassasiyeti gözetmeksizin aşırı ve ateşli batılılaşma hareketi, belli bir aşamadan sonra gizli bir yapılanma ile ‘İttihat ve Terakki’ adıyla devlet yönetimine hakim konuma gelecekti.
İlanıyla kapanması bir olan birinci meşrutiyetten yıllar sonra ateşli batılılaşma gayretleri, onların zannettiklerinin aksine aslında kendilerinden daha batılılaşmacı olan Sultan Abdülhamit’e rağmen ikinci meşrutiyeti ilan ettirmişti. Estirdikleri hürriyet rüzgarları, iddialarına göre meşrutiyetle Osmanlı ülkesine gelecek ve hürriyete kavuşan Osmanlılar kurtuluşa ulaşacaklardı.
Meşrutiyet ilan edilmiş, meclis ikinci defa açılmış ve ‘İttihat ve Terakki’ hakim olarak meclise girmişti. İddia ettikleri hatta vaad ettikleri, hürriyet çiçekleriyle donatılacak toz pembe ülke hala dünyaya gelmemişti. Üstelik yapılan yanlış uygulamalar, kanuni düzenlemeler halkın tepkisini çekmişti. Kanun nazarında askerler arasında alaylı-mektepli ayrımlarının yapılması, orduda suiistimale neden oluyor diye namaz saatlerinin kaldırılması, medrese talebelerinin askere alınmak istenmesi gibi gelişmeler kitlelere yayılacak hoşnutsuzlukların başlangıcıydı.
Yetkileri elinde bulunan Padişah, meclis çalışmalarına müdahale etmeyip adeta bir köşeye çekilmiş izlenimi verirken meclise hakim İttihat ve Terakki yine de istediği kontrolü ele geçirememişti. Kendilerinden daha batılılaşmacı Abdülhamit halkın geleneksel yapısını gözetmesi açısından onların önünde en büyük engeldi. Aslında farkında olunmayarak Jön Türklerin siyasi yansıması İttihat Terakkide, muhafazakarlarda, M. Akif’in temsil ettiği hassas dindarlarda Abdülhamit’e aşırı denebilecek ölçüde karşıydılar. İttihatçılara meşrutiyet yetmemiş; dindarlar ve muhafazakarlar aşırı baskıdan ve birazda diyanet gözetmeyen Batıcı uygulamalardan rahatsızdılar. İttihatçılara karşıt olan liberal diyebileceğimiz kesim hem Abdülhamit’i hem de İttihat-Terakkiyi devirme terennümlerini dillendirirken derin devleti arkasına alan İttihatçıların hedefi ve planı daha ciddi ve gerçekçiydi.
Bu süreçte tarihimizin dönüm noktalarından 31 Mart olayı gerçekleşmişti. Batılılaşmacı devletin din hassasiyetinden bizar maluliyeti, 31 Mart olayıyla çok uzun sürecek bir dini kontrolü ona sağlayacaktı. Sebep ve nedenleri hala net olarak çözümlenememiş 31 Mart olayı İttihatçı cenaha yakın olanlarca Dindar ve Muhafazakarların batılılaşma karşıtı olarak gerçekleştirdikleri bir tertiptir. İsyanın sonuçları açısından bakıldığında hak verilebilecek, dindar ve muhafazakarlara göre ise dine ve dindarlara yönelik, toplum mühendisliği içeren tüm ayrıntılarıyla önceden planlanmış İttihat Terakki öncülüğünde bir devlet tertibidir.
Bunlardan daha çok üzerinde durulması gereken 31 Mart olayında devletin tüm güçlerini elinde tutan Padişahın konum, durum ve tavrıdır.
Otuz üç yıldır her şeye rağmen devlet yönetimini tek elden elinde ve kontrolünde bulunduran Sultan Abdülhamit, bilinçli bir tertiple ortaya çıkartılan isyan sonrası Selanik’ten gelen toplama ‘Hareket Ordusuna’ karşı koymadan neden ve nasıl teslim oldu? Bugünkü genelkurmay başkanı konumunda olan Nazım Paşa’nın ısrarlarına rağmen Abdülhamit, çok rahat dağıtabileceği hareket ordusuna müdahale izni vermemiştir. Şimdilerde paralel yapılanmayla anılan Fethullah Gülen Hocaefendi bir vaazında bu olayı anlatırken Abdülhamit’in adeta teslim olmasını ‘otuz üç yıldır artık yorulmuştu’ diye açıklar. Abdülhamit’in kendisi bu olayı anılarında kardeş kanı dökülmesin şeklinde açıkladığı bilinir.
İsyanın kontrol altına alındığı aşamada, isyan bahanesiyle Selanik’ten ‘Hareket Ordusunun’ getirilmesi yersiz ve gereksiz iken Padişah şahsında devlet irade ve gücünün bu harekete kolayca boyun eğmesi gerçekten düşünülmesi gereken bir durum. Otuz üç yıldır her türlü kontrol elindeyken devlete tamamen hakim ve güçlü Sultan’ın sebepsiz yere havlu atıp teslim olması gerçekten ilginç!
Yukarda ifade edildiği gibi Osmanlı derin gücünün iradesi baştan beri dini hassasiyet gözetmeden Batılılaşmaktı. Abdülhamit aynı iradenin sürdürücüsü olarak ayrıyeten bu(din) hassasiyeti de gözetiyordu.
Muhtemelen 31 Mart olayıyla, o günden sonra ‘irtica’ diye isimlendirilecek dini yapının devlet adına masum uygulamalara bile engel olacağı konusunda Sultan ikna edilmişe benzemektedir.
31 Mart olayıyla 2002 Ak Parti iktidarına kadar devlet kendine karşı en büyük tehlikeyi irtica olarak resmen açıklamıştır.
‘Şeriat isteriz’ sloganlarıyla başlayan isyan sonrası İttihat ve Terakki devlet yönetimini tamamen kontrolüne almıştı.
Jön Türkler adıyla birkaç Osmanlı aydınının başlattığı hareket, ‘31 Mart mürteci hareketi’ isimli mükemmel tertip bir isyanla devlet yönetimine hakim olmuştu.