Niyetim sadece bir fotoğrafını çekmekti. Ama her şey o kadar hızlı gelişti ki; ben makinemi hazır edip objektifimi ayarlayana kadar gözden kayboldu… Parmağım deklanşörümde kalakaldım. Bir kaç saniye içinde hızla karar verip, arkasından koşarak peşine düştüm. Kalabalığın içinde ikimiz de kaybolduk. Etrafta bir sürü insan vardı ve herkes birbirine benziyordu. Herkes sarışın gibi, herkes kumral gibi, herkes esmer gibiydi. Herkes yarı çıplak gibiydi. Herkes ayakkabısız, terliksizdi. Herkesin gözü aynı yerlerdeydi. Herkesin boyu aynı, kilosu aynıydı. Herkes aynı konuşuyor, aynı dinliyordu. Bu kadar birbirine benzeyen insan arasında, O’nu bulmam zor değildi. Ama kaybolmuştu.
Niyetim sadece bir fotoğrafı çekmekti fakat aniden kaybolmuştu. Oysa O, o kadar farklıydı ki; hiç olmazsa bir fotoğrafını çekebilmiş olmalıydım. Sonra hevesle eve dönüp hemen banyo etmeli, kurutmalı, en pahalı kağıda baskısını yaptıktan sonra evimin en güzel yerine asmalı ve saatlerce O’na bakmalıydım. Hatta bir de kural bozmalı ve O’nun fotoğrafına bakarken, azıcık içerek hayal kurmalıydım.
Bulamıyordum… Elimde makinemle sinirim bozulmuş ve terlemiştim. Böyle zamanlarda kulağımda hep aynı melodi döner dururdu; Bach’tan Double Volin vivace… Kolay kolay vazgeçmeye niyetim yoktu ama zaten her gün her şeyleri aynı bu insanlara bakmaktan yeterince usanmışken, şimdi birkaç saat daha herkese teker teker bakmak zor geliyordu.
Sokak ikiye ayrılıyordu ve hangi tarafa sapmalıydım, karar veremiyordum. Kafalarındaki komik saçlarla etrafta dolanıp duran insanları arasında yüzümü gökyüzüne döndüm. Tanrım… Eğer varsan, haydi şimdi göster yüzünü… Ne yana sapmalıyım?
Olduğum yere çöktüm. Yorulmuştum. Havadaki ağır kokudan o kadar rahatsızdım ki; mecbur olmadıkça dışarı çıkmazdım. Ve şimdi neredeyse iki saattir dışarıda, hem de bu kalabalığın arasındaydım. Onların gölgeleri üzerime düştükçe, umudumu yitiriyordum. Oysa niyetim yalnızca bir fotoğrafını çekmekti. Sadece bir poz…
Yüzüme bir serinlik çarptı. Başımı kaldırıp karşıya doğru baktığımda O’nu gördüm. Aman Tanrım! Aramızda sadece birkaç metre vardı. Arkasını bana dönmüş, yürüyordu. Hemen kalktım. Bir yandan hızlı adımlarla yaklaşıyor diğer yandan makinemi ayarlıyordum. Sağından geçerken hafifçe dönüp baktım; başı usulca öne eğik, perçemi rüzgarla salınan kız… Birkaç adım önüne doğru geçip, O’nu korkutmaktan çekinerek yavaşça döndüm. Durdum… Objektifi gözüme ayarlayıp kadraja girdiği anı kollarken başını kaldırdı. Siyah objektif kadranın içerisinde göz göze geldik… Şaşırmış bir tebessümle gülümsediği an deklanşörüme bastım. Dudaklarına uzanıp kıvrılmış tebessümü film karemin üzerine düştü. Ve o anı ölümsüzleştirmiştim artık… Yanımdan tekrar başını eğerek geçti ve kalabalığa karışarak kayboldu.
İşte duvarımda asılı bu tebessüm O’ndan bana hatıraydı. Kimdi, nereliydi, aramızda ne yapıyordu bilmiyorum. Dedim ya; niyetim sadece bir fotoğrafını çekmekti. Ve bunu başarmıştım.
Hep birlikte el ele verip bütün dünyayı mahvedeli beri evden çıkmıyordum. Sadece birkaç öteberi almak ve arada bir yeni fotoğraflar çekmek için çıkıyor, fazla kalmadan hemen evime dönüyordum. Evde albümler, dialar, çerçeveler arasında kurduğum dünya bana yetiyor, beni mutlu ediyordu. Şimdi,beyaz duvarımdaki siyah çerçeve içerisinde, sonsuza dek gülümseyip duracak bu kızı, artık hiç birimiz üzemeyecektik. Benim dünyamdayken, dışarıda her ne olursa olsun, bu kız hep gülümseyecekti. Ya da işte şu karşı duvarda bizlere bakan fukara çocuklar gibi, ayakkabı boyamaktan kapkara olmuş ellerindeki simidi paylaşırken hiç kavga etmeyecek ve yarı aç yarı tok da olsa, evin yolunu tutacaktı. Ya şurada asılı duran beyaz güvercinlere ne demeli? Az ötelerindeki kedilere inat, kafalarını ileri geri yapa yapa nasıl da salınarak yürüyorlardı parkta…
Balkonlar,minareler,sundurmalar,cumbalar,köprüler,el ele kenetlenmiş iki aşık,bir ağacın dalından insanları izleyen kuşlar,sokaktaki çaresiz müzisyen,sigarasını tüttüren taksici,limoncu amca,travestiler ve daha kimler,daha neler…Küçük evim koskoca bir dünyaydı ve ben bu dünyadan çıkıp dışarıdaki sahte dünyaya her adım attığımda boğulacak gibi oluyor,eve döner dönmez bütün fotoğraflarıma sırayla bakıp kendime geliyordum.
Evin en güneşli köşesine çiçeklerden yaptığım bir koleksiyonu özenle koymuştum.Bembeyaz papatyalar,kardelenler,güller,hanımeliler…Hepsi daima rengarenk,daima tertemizlerdi.Dallarındalardı.Ne büyürler,ne solarlarlar,ne böceklenir,ne saksı değiştirmek isterlerdi.Ölümsüzleştikleri ilk saniyede güzellikleri ne ise evimde de öylece taze duruyorlardı.Oysa dışarıdaki sahte dünyada ne çiçekler görmüştüm,solmuş,ezilmiş,koparılmış…Hele sözde sevgiliye vermek için süslü püslü kağıtlara sarılmış,üzerlerine ilaçlar sıkılmış çiçeklere ne kadar üzülürdüm.Onlar sürgündü.Koparılmış,soyulmuş,parçalanmışlardı.Boyunları nasıl büküktür,hiç görmediniz mi?Ellerinden alınan özgürlüklerinin acısı ile son bir gayret gösterip mis gibi koksalar da,alan kızın evinde baş aşağı asılarak kurumaya terk edilirlerdi zavallılar…
Kendi dünyamın kendi kuralları vardı:en mühimi;sahte dünyadan kurtardığım bir saniyeyi derhal makinemden kurtarıp dışarı çıkarmalı ve hemen bastırıp ışığa kavuşturmalıydım.Bu yüzden uzun süre para biriktirip,kendi evime bir fotoğraf banyosu kurmuştum.Diğer bir kuralım ise; her yeni fotoğrafı,kendisinden öncekilerle oluşmuş olan gruba yakın olarak asmaktı.Mesela bir kelebeğin yeri,baharda çektiğim bütün diğer fotoğraflarla aynı yerdi.Ya da bir aşevinin önünden sabahın dördünde aldığım saniyelik karenin yeri,ağlarını doldurmuş balıkçılarının sevinen yüzleri ile aynı yerdi.Bu sınıflandırma bazen çok zor olsa da,esas zorluk küçük evimin duvarlarının yetersiz gelmesiydi.Bu nedenle fotoğraflarımı olması gerekenden küçük boyutlarda basıyordum.Bu beni rahatsız etmiyordu.Çünkü kareler ne kadar küçük olurlarsa olsunlar,kendilerine yetecek kadar büyüklerdi…Başka bir önemli kuralım ise;ışıktı…Çektiğim fotoğraf günün hangi saatine aitse,o anın ışığını alabilmesi için tertibat alıyordum.
Örneğin eğer sabahın erken saatleri ise, fotoğrafı muhakkak sabah erken saatlerde güneş alan duvarıma asıyordum.Eğer akşamüzeri çektiğim bir fotoğrafsa,ışığın daha yatay geldiği,daha loş olduğu duvarımı kullanıyordum.Ve gece çektiğim fotoğraflarımı, tıpkı gecenin ışıksızlığı ama aydınlığı gibi olsun diye perdeler kullandığım duvarlarımda misafir ediyordum.
Bazı fotoğrafları o anın durumuna uygun olsun diye aynı açıdan çektiğim oluyordu.Şu karşı duvarın aşağısındaki karıncalar gibi.Karıncaların armonisini,onları tepeden çekmek yerine tam karşılarından çekerek yakalamıştım ve bu yatay bir fotoğraf olmuştu.Bu yüzden de duvarın en altına asmıştım.Kendilerini yere yakın hisseden karıncaların armonisini hep görebilirdiniz.Tıpkı karşı duvarda baş aşağı duran küçük mağara yarasalarında olduğu gibi.O duvardaki karanlığı fark edebildiniz mi?
Son çektiğim tebessüm,dünyamın en acemi misafiriydi.Yerini yadırgıyordu.İlk kez çektiğim bir fotoğrafa bakarken bunu hissediyordum.İlk kez küçük çerçevesinde mutsuz görünen bir anı görüyordum.Doğrusu canım sıkılmıştı.Oysa ne güzel,bulunduğu yerde sonsuza dek gülümseyip duracaktı.Ama sanki biraz eğreti,biraz nahoş,biraz mecburi gibi tebessüm ediyordu.Hemen yanındaki karede bir salkım kiraz vardı.Üstündeki karede taze demli bir çay…Altında,hemen sağındaki karede uzun bir tren rayı vardı,sanki sonsuza kadar uzayıp giden öksüz raylar…Ve bu tebessüm yerini yadırgıyor,sanki çerçevesinden çıkıp gitmek istiyordu.Keşke gözlerini de baskıya dahil etseydim diye iç geçirdim.Ama benim ölümsüzleştirmek istediğim bu dudaklar,bu tebessümdü.Keşke gözleri de çerçevede olsaydı,O’nu izler,duyar,anlardım…
Bu tebessüme birkaç gün süre vermeye karar verdim.Eğer hala şikayetçi olduğunu görürsem,o vakit ya yerini değiştirecektim ya da onun gibi diğer bazılarına yaptığımı yapacaktım.Bu biçimde olanlar için hususi bir albümüm vardı.İsmini ‘Mahzen’ koyduğum,kalın bir fotoğraf albümü.Bu tebessüm gibi yerini beğenmeyen,endişeli duran,dünyama alışamayan kareleri yerleştirip kapağını kapattığım bir albümdü ve bu albümün varlığını benden başka kimse bilmiyordu.Ara sıra evime gelen gazeteciler,arkadaşlar,hatta yakın dostlarım bile sadece duvarda asılı anlarımla büyüleniyorlardı.Hiçbirine Mahzen’imi göstermemiştim.O yalnızca bana aitti…Sadece ben bakabiliyordum içindekilere.
Ertesi sabah birkaç saatliğine dışarı çıktım.Eve biraz öteberi almam gerekliydi ve yeni makaralara ihtiyacım vardı.Makinem her zamanki gibi yanımdaydı.Kalın hasır şapkam,siyah gözlüklerim,kısa şortumla bunaltıcı sıcak altında dolaştım.İhtiyaçlarımı aldım.Dolaşırken epey kare yakaladım ama belki de ilk kez canım ‘anı kurtarmak’ istemedi.Aklım hep evdeki tebessümdeydi.Acaba yerine,evime,dünyama alışabilmiş miydi?
Omzuma bir el dokundu.Döndüm.
-Merhaba…
Gözlüklerimi çıkarıp dikkatle baktım.Başımı hafifçe eğerek selamladım.
-Dün fotoğrafımı çeken sizdiniz,değil mi?
Her halde boynumda asılı makinem,elimde poşetler,kısa şortum,uzamış sakalım ve yetmezmiş gibi kafamda ki koca hasır şapka ile bu tebessüme cevap vermek zorunda olmaktan utandığım kadar başka bir yerde utandığım olmamıştı. Kısık bir sesle;
-Evet,
diyebildim.
-Dün acelem vardı,o yüzden duramadım.
Aniden boynumda asılı makinemi eline alarak şöyle bir inceledi…Çevirip objektifine dikkatlice baktı.Ve birden bire ne olduğunu anlamadan makineyi yüzüme çevirdi ve deklanşöre bastı…Gülüyordu.Bense şaşırmıştım.
-Ne o? Kızdınız mı yoksa?
Makinemi elinden aldım.
-Hayır kızmadım,
diyebildim.
Bir an sustu.Bir an sanki her şey durdu…Sonra derin bir iç çekti.Tam gözlerime baktı.
-Neyse,memnun oldum,gitmek zorundayım,
diyerek arkasını döndü ve gitti…
Havada asılı kalan kokusu ve gözlerime yapışıp kalmış muzır tebessümü ile öylece şaşkın,terli ve poşetli ellerimle bir müddet kalakaldım.
Eve döndüğümde çok yorgundum.Malzemeleri yerlerine yerleştirip soğuk bir duş aldıktan sonra hemen uzandım.Yatağımdan duvarlardaki fotoğraflara bakarak ve o kızı düşünerek derin bir uykuya daldım.
Gecenin kaçıydı bilmiyorum,epeyce terlemiş bir halde uyandım.Tuhaf;rüya görmüştüm.Çok nadir rüya görürdüm ve genelde hep aynı rüyalardı..Hep bir kare peşinde koşar ama çekemeden uyanırdım.Sonra da rüyalarımın fotoğraflarını çekemediğime hayıflanırdım.
Kalkıp su içtim.Salona geçip elimde bir bardak daha su ile fotoğraflara bakmaya başladım.Neden sonra aklıma kızın tebessümü geldi.Hemen odama dönüp o tebessümün karşısına geçtim.Hayır…Hala rahatsızdı.Hala yerini yadırgayan,hala endişeli bir tebessüm…
Üzüntüyle yatağıma uzandım.Tavanda Emma vardı…Küçültmeden basıp astığım yegane fotoğraf.İtalyan sopranonun İzmir Açık hava’da verdiği enfes konserinde yakaladığım muhteşem duruşu.Elleri göğe açık,dudaklarında çıkıp bütün göğü kaplayan sesi ve dalga dalga yıldızlara karışan bakışları…Bu fotoğrafı o kadar özenle hazırlayıp asmıştım ki;bir gün evde bir yangın çıkıp bütün fotoğraflarım kül olsa da, en çok bu fotoğrafa üzülürdüm.
Emma ile bakışırken aklıma kız geldi.Ve sonra da çektiği fotoğrafım.Kalkıp salona geçtim.Makinemi alıp baktım,henüz poz vardı.Pozlarımı ziyan etmeyi sevmezdim ama doğrusu bütün makaranın dolmasını beklemeyecek kadar da sabırsızdım.
Karanlık odama geçtim.Makinemi açıp filmi çıkardım.Banyo ve baskı için hazırlıklarımı yapıp nihayet kareyi suda beklettikten sonra çıkardım ve askıya bıraktım.Bir kaç saat sonra o şaşkın halimi görebilecektim.
Tekrar odama döndüm.Gün ışıyordu.Karanlık olması gereken duvarın perde ayarlarını yaptım.Birkaç çerçevenin tozunu aldım.Sonra ayaküstü bir kahvaltı yapıp kahvemi alarak salona geçtim.Fotoğraf belirmiş olmalıydı.Karanlık odamdaki askıda bekleyen pozu aldım.Elimde sallayarak salona geri döndüm.Sonra salonda,çektiğim her pozu ilk kez görmek,incelemek,kendimi ve dünyamı tanıtmak için özel olarak yaptığım çerçeveye yerleştirdim.Tam karşısına geçip dikkatle baktım…Ben böyle gülmüş müydüm?Suratımda hiç görmediğim kadar aydınlık bir tebessüm vardı.Gözlerim parlıyordu.Göz kenarlarımdaki hafif kırışıklarda ışıklar,dudak kenarlarımdaki gölgeler ve kocaman bir tebessüm…Oysa ben şaşkınlıktan aptal ördeklere benzeyen,manasız ve boş boş bakan bir ben an’ı bekliyordum.
Kahvemi yudumlayıp keyiflendim.Hoşuma gitmişti.Hem kendimle hem de o kızla gururlandım.Mutlaka benim kadar iyi fotoğrafçı olmalıydı.Emektar makinemin hakkını da yememem lazımdı.Ne tuhaf…Bu kentte benim kadar iyi bir fotoğrafçı daha olduğunu bilmiyordum.
Fotoğrafı özel çerçeveden çıkardım.Duvarlardan birine asmayı düşünmüyordum.Benim onların arasında işim olmazdı.Ben onların ev sahibiydim,onlar misafirlerim.Elimde fotoğrafımla oda geçtim.Kızın karşısında durup yine baktım.Yine sıkıldı yüreğim…Neden böylesin?
Fotoğrafımı yatağın üzerine bırakacakken nedense bırakmadım ve tebessümün hemen yan tarafındaki boşluğa yavaşça yaklaştırıp yan yana tuttum.Biraz geriye çekilip baktım.Bir kızın dudaklarına,bir de kendi dudaklarıma…Aman Tanrım! Kız gülümsedi…Sahiden gülümsedi.Bu; ‘’Burası benim yerim,ben burada mutluyum’’ tebessümüydü.Alelacele çekmeceyi açıp bir çerçeve çıkardım.Fotoğrafımı yerleştirdim.Ve hemen kızın yanına astım.İyice geriye çekilip tekrar baktım…İkimiz de tebessüm ediyorduk.İkimiz de.
“Studien zur deutschen Sprache und Literatur 2007 ”
München, Ulm, Augsburg ve civarı için Türk-Alman Dergisi Jüri Özel Ödülü