İşlerimi bitirip eve gelmiştim, sanıyorum öğle yemeği yiyeceğim bir öğle vaktinde Nazilli Otobüs Garajı’nda büfe işleten Tevfik Bardak telefon etti. ”Kerim Abi, İzmir’den yazarım diyen birisi geldi. Seni sordu, biraz kılıksız birisi. Karşıdaki lokantaya gönderdim, biraz sonra gelecek. Ne diyeyim, Ben kendisine, onun işi çok. Kimbilir nerelerdedir dedim ama yoksa gelecek misin ?” dedi. ”Tevfik, ismi neymiş sordun mu?” dedim. ”Hayır, sormadım.” dedi. ‘Tamam, bizim yazarlar zaten kılıksız olur. Hemen geliyorum, görüşürüz.” dedim. Bisikletime atladım, ev ile garajın arası 3-4 km. falan, uzatmayalım 10-15 dakikada garaja vardım. Tevfik’in yanına geldim, Tevfik olduğu yerden yazarı gösterdi. Öğle üzeri, dışarıda ki masalarda bir o var. 20 metre uzaklıkta ki lokantaya gittim, vatandaşın önünden geçtim. Tanıdığım birisi değil, etrafında bir tur attım. Yanıbaşında 50’şer 50’şer bağlanmış 100 kitapla oturuyor. Gelip, tam karşısına oturdum. Selam verdim, ”Neler yapıyorsunuz ?” dedim. ”Benim burada yazar bir arkadaşım var da, onu görmeye geldim.” dedi. ”Kim o ?” dedim. ”Kerim Özbekler.” dedi, ”Oooo, o kimbilir nerelerdedir? Sen onu nereden tanıyorsun?” dedim. ”Lüleburgaz’da bir gazete çıkıyor, onun herkese yardım ettiğini okudum da. Onun için geldim.” dedi, ”Kaç kitap yazdınız?” dedim. Ayağının altında ki kitapları göstererek ”Bu ilk kitabım, daha da yazacağım.” dedi. ”Siz Lüleburgaz’lı mısınız?” diye sordum. ”Ben, Lüleburgaz’lıyım ama şu an İzmir’in Özdere Kasabası’nda oturuyorum.” dedi. ”Bu kitapların içinde ne var, konusu ne ?” dediğimde ”Benim hayat hikayem var, onu yazdım ama kitapları bir türlü satamıyorum.” dedi. Ben de ”Zaten herkesin hayatı bir roman, bunları kim alır ki ?” dedikten sonra ”Siz, yemek yediniz mi?” diye sordum. ”Yeni söyleyeceğim.” dedi. Garsonu çağırdım, 2 tane 1.5’luk kıymalı pide ile birer ayran sipariş ettim. Sonra ”Tanıştığımıza memnun oldum, benim adım Kerim Özbekler.” dedim. Yemekten sonra, emekli hava astsubayı olduğunu. Hanımının öldüğünü, Özdere’de yaşadığını vb.gibi bir çok mevzuyu anlattı. Ben de kendisine, bu kitapların satılmayacağını, isterse, bunların tanıtımını yapabilecek kitap tanıtıcısı arkadaşlara kitaplarını ücretsiz olarak kendilerine verebileceğimi söyledim. Bunu da, bu kitaplardan istediği kadarını bırakması halinde gerçek olabileceğini, yazıların kendisine ulaşması için bana posta adresi ile telefon numarasını bırakması gerektiğini açıkladım. Bütün kitapların üzerinde ki isminin altına bu adresleri ve telefonu tek tek yazarak arkadaşlara posta yolu ile göndereceğimi, posta masraflarını, kendi cebimdem ödeyeceğimi ifade ettim. Ayrıca, 15 gün sonra yurt seyahatine çıkacağımı, bazı kitapları elden vereceğimi, kendisi ve kitabı ile çıkacak yazıların 2 veya 3 ay sonra eline geçebileceğini izah ettim. Adres ve telefon numarasını yazdı, bu olaydan sonra garajdan onu yolcu ettim.
O günlerde okul müdürlerini sık sık ziyaret ediyorum, Nazilli Atatürk Ortaokulu Müdürü Hanifi Güney’e uğradım. Oturduk, çay söyledi. Daha çaylar gelmeden, ”Abi, geçen gün senin bir arkadaşın geldi. Adı, Tayyar Tahiroğlu. O günde 20 kadar çocuğa örnek çalışmalarından dolayı hediye vereceğiz, benim kitaplardan verin hocam. Ben, size 20 kitap bırakayım dedi. Kitapları alel acele ambalajlayıp, başarılı çocuklara bütün öğrencilerin gözü önünde verdik. O sırada nasıl olduysa bizim öğretmenlerden birisini de bir kitap hediye etmiş, bizim öğretmen arkadaş sabaha kadar uyumamış kitabı sonuna kadar okumuş. Ertesi sabah hışımla benim yanıma geldi, ”Müdür bey, dün dağıttığımız kitapların bilmem kaçıncı sayfası’nda bu adamın eşekleri düzdüğüne dair satırlar var. Bu kitapları toplayalım, yoksa başımız belaya girer.” demez mi. Kitabın o bölümünü de gösterince, apar topar kitap dağıttığımız çocukları topladık. Çocuklara, dün size verdiğimiz kitabı açıp okuyan var mı diye sorduk. Allahtan hiç birisi okumamış, ”Evladım, çabuk eve gidin. O kitapları alın gelin, size başka kitap vereceğiz. dedik. Çocukları evlerine yolladık, sonra kendilerine başka kitaplar hediye ettik.” dedi. ”Hocam, o arkadaşla 1-2 saat konuştuk. Ben kendisini daha önceden tanımıyordum, bana da 100 kitap bıraktı ama henüz kitapları ben de açıp okumadım. Ben, onu garajda gördüm. Oraya gelip gittiğini biliyorum, demek ki daha önce buraya geldiğine göre diğer okulları da gezmiş.” dedim. Çayı içip, biraz daha sohbet ettikten sonra okuldan ayrıldım.
Kendi kitaplarımın satışlarını kontrol etmek, satılanların parasını toplamak için yola çıktığımda yanımda Tayyar Tahiroğlu’nun tanıtılması için bana bıraktığı 50 kitap da vardı. Uzun süren yolculuklar sonrası uğradığım il ve ilçelerde ki işlerimi bitirdikten sonra, kitap tanıtan yazarlara da bu kitapları verip geçtim. O tur sırasında hepsini dağıtamadım ama bir çocuğunu dağıttım, günlük posta çalışmalarımla da diğer gazete-dergi-kitapların yanında Tayyar Tahiroğlu’nun kitaplarını da 1 ay gibi kısa bir zamanda bitirmiştim. Aradan 2-3 ay geçti geçmedi, bana gelen edebiyat dergilerinde Tayyar Tahiroğlu’nun kitap tanıtım yazıları da çıkmaya başladı. Kendisine telefon açıp, bu dergilerin kendisine gelip gelmediğini soruyordum. Geldiğini, çok memnun olduğunu söylüyordu. Bu dergilere, yazı ve şiir gönderebileceğini, yazı ve şiirlerinin 1 mektup sayfasını geçmemesi gerektiğini, böyle olursa yazı ve şiirlerinin dergilerde yer bulabileceğini izah ediyordum.
Nitekim, bir müddet sonra yazı ve şiirlerini değişik gazete ve dergilerde de görmeye başladım. Artık, Tayyar Tahiroğlu yavaş yavaş meşhur oluyordu. Bu arada, sık sık beni telefonla arıyor. Özdere’ye gelmemi, tatil yapmamı istiyordu. Öyle ısrar ediyordu ki, bu ısrarları sonucu bana yol tarifinde de bulunuyordu. Selçuk İlçesi’nde bir otelci arkadaşı olduğunu, onun yanına gelirsem beni kendisine ulaştırabileceğini, Selçuk-Seferihisar arasında işleyen minübüslere binip Özdere’de inebileceğimi ifade ediyordu. Ömrü yolculukla geçen ve bu konuda tecrübe sahibi olan ben ise bunları kabul etmiyordum. Neyse bir gün İzmir üzerinden de gelebileceğimi açıklayınca ”Bak, bu olabilir.” dedim ve yolu uzatma pahasına İzmir’e gittim. Otobüslerin önündeki levhalara baka baka Özdere Otobüsünü buldum, biletimi alıp otobüse bindim. Bir baktım, otobüsün içinde ki kişilerin yarısı çingene. Bindiğime, bineceğime pişman oldum. Kimseye de birşey soramıyorum, otobüs yola çıktı. Yolda, inenler binenler oluyor ama çingenelerden inen yok. ”Ulan oğlum, bilmediğin yerlere ne diye yola çıkarsın. Herhalde, Tayyar Tahiroğlu’nun bulunduğu yerde çingeneler yaşıyor. Sen şimdi tatili görürsün, gitti bizim 24 saat.” diye diye epey yol aldık, yol uzadıkça kızgınlığım giderek artıyordu. Bu tatile niye çıkmak zorunda kaldığımı anlayamıyor, tongaya düştüğümü kabul ediyordum. En sonunda otobüsün içinde çingene olmadığına kanaat getirdiğim bir arkadaşın kulağına eğilerek ”Kardeş, ben ilk defa Özdere’ye gidiyorum ama bu çingeneler orada mı yaşıyor ?” diye sordum. ”Yok abi, onlar Özdere’den bir durak önce iç kısımda bir köy var, orada inecekler, Özdere’de çingene yok.” dedi. Biraz rahatladım. Nitekim bir müddet sonra o köye girdik ve bütün çingeneler otobüsten indi. Biraz açıldım, muavine gidip ”Beni Merkez Bankası Kampı civarında indirir misiniz?..” dedim.
Otobüsten indim, karayolunun kuzeyinde bir tek ev ve otel yok. Mecburen, güneye giden yola girdim. Son derece mükemmel yapılmış villalar, tek katlı çiçekli çok güzel evlerin arasından döne döne kıvrıla kıvrıla denize doğru gidiyorum. Elimde sadece 1 hafta kalmak için içine elbiselerimi-traş takımlarımı vb.sürekli kullandığım eşyaların olduğu ağır olmayan bir çanta ile yol alırken sora sora en nihayet Tayyar Tahiroğlu’nun pansiyonunu buldum. Bahçeli, denize 75 metre uzaklıkta. 3 katlı bir yer, önce ev olarak almış. Emekli olduktan sonra, pansiyona çevirmiş. Uzatmayalım, o gün öpüştük. Kokuştuk, hal hatır sormalardan sonra akşam yemeğini yedik. Çayları içtik, beni pansiyonun 3. katına çıkardı. ”Burası benim odam, burada yatacaksın. Canın sıkıldıkça, buradaki kitapları açıp okuyabilirsin. Sivrisinek ısırırsa, cibinlik içinde yatabilirsin. Baktın fazla sivri sinek var, yukarıda ki ilaçlar sivri sinek ilaçlarıdır. Birisini açıp, kullanabilirsin.” dedi.
O gece, bana verilen odanın önünde bulunan balkona çıktım. Balkonun üstü üzüm ağacı ile kaplı ve üzüm salkımlarının hepsi de naylon içinde, birisini incelerken bir baktım. Numara var, hiç bir zaman böyle bir şey görmediğim için üzümleri incelemeye aldım. Son numara 185 veya 186 olacak, ön taraftan manzaraya bakıyorum. Resmen cennete gelmişim, yeşillik ve deniz. Arka balkona çıkıyorum, yeşillik ve deniz. O gece yattım ama sabahı zor ettim, hava sıcak. Canım denize girmek istiyor, bir ara kalktım. Kitapları tek tek inceledim, çoğu benim kitaplığımda olmayan kitaplar. Genellikle roman ama hepsini okumama imkan yok. Nereden baksan 500-600 kitap var. Hepsi de 400-500 sayfalık kitaplar. Sonunda, o günlerde ismini çok duyduğum İngiliz Kemal isimli kitabını çıkardım. Okumaya başladım, bakın bu kitabı okumak bile benim için büyük kazanç. O gün okuduğum kadar okudum ve uykuya daldım, ertesi sabah Tayyar Tahiroğlu’nun ”Kerim Bey, kahvaltı yapacağız. Hadi bakalım kahvaltıya.” demesiyle birlikte uyandım ve aşağıya indim. Kahvaltıyı yaparken daha kuzeyde villa ve evleri olan bazı erkek ve bayanlar, önümüzde ki sokaktan denize doğru yavaş yavaş tek tek veya ikişerli-üçerli geçip gidiyorlardı. Kahvalltıyı yaptıktan sonra, Tayyar Tahiroğlu bana ”Sen mayonu giy, denize git. Ben, sonra gelirim.” dedi. Dediği gibi mayomu giydim, 75 metre sonra deniz kenarına geldim. Burası, Merkez Bankası Kampı ile Hava Kuvvetleri Kampı arasında kalan bir bölge. Her iki kampın çevresi denizden de kapalı olduğu için benim denize girdiğim bölüm de çok özel bir bölge, şöyle izah edeyim. Resmi 2 kampın arasında ki mesafe, 300 metre civarında. Denize girdim, önce boydan ölçmeye karar verdim. 50-60 metreye kadar yüzülebilir. Sonra derinleşiyor, ben yüzme bilmiyorum. Zaten her denize gidişimde boğulma tehlikesi geçiriyorum, risk almamak için öncelikle bu işi çözmeye çalışıyorum. Uzatmayalım, bu sakin denizde o gün yüzdüm de yüzdüm…
Öğleyin saat 14.00 civarında Tayyar Tahiroğlu deniz kenarına geldi ”Hadi, yemek yiyeceğiz.” dedi. Ben yemiyeceğimi söylediysem de ”Olmaz, yedikten sonra tekrar gelir yüzersin.” dedi. Denizden çıktım, konuşa konuşa pansiyona geldik. Yemeği yedik, ben tekrar denize gittim. Akşama kadar yüzdüm, pansiyona geldiğimde 55-60 yaşlarında oturaklı bir hanımla bir bey masa etrafında oturuyor. Ben daha üstümü başımı değiştirmeden mayolu bir vaziyette, hanımefendi ”Kerim Bey, beni tanıdınız mı?” diye sordu. ”Kusura bakmayın, tanıyamadım.” dedim. ”Adımı söylesem, tanır mısınız?” dedi. ”Belki.” dedim. ”Ben, Ana Dergisi Sahibi Necla Ünal. Bu beyefendi de, benim beyim.” dedi. ”Şimdi tanıdım.” dedim. Necla Ünal, İstanbul’da yayınladığı bu dergide uzun yıllar benim yazılarımı yayınlamıştır, ama bu ilk görüşmeden sonra benim yazılarımı yayınlamaz oldu. Kısa konuşmadan sonra, üzerimi değiştirip geleceğimi söyledim. Düzgünce giyinip aşağıya indim, Necla Ünal bu sefer çok farklı bir soru sordu. ”Kerim Bey, ben lions kulübünde görevliyim. Halk, biz lionsları iyi bilmiyor, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” dedi. ‘Ben de iyi bilmiyorum, bir kere lionslar doğru dürüst vergi vermiyorlar. Yaptıkları işlere bakıyorum, çingenelere kağıt toplatıp bunları seka’ya satmak. Bu paralarla, okullara harita-bayrak vb. gibi eşyalar alıvermek. Kan Bağışı Kampanyası organize etmek ama asla bir lions kan bağışı yapmaz. Buna benzer, göstermelik işler. Üstelik bunları yapanlar, lions olmayan kişiler. Yani emeğini halk çekiyor ama iş reklama gelince bütün gazetecileri çağırıp bir de reklam yapma yönleri var.” diye cevap verdim. Necla Ünal bu sefer ”Benim eşim albay ama.” dedi, ben de ”Farketmez, isterse general olsun. Lionslar için düşüncem budur.” dedim. Onlar, sanıyorum ertesi gün pansiyondan ayrıldılar.