Yıllardır Anadolu’nun güneybatı sahillerini merak etmişimdir. Denizini övenler, suyu çok soğuk diyenler, sakın gitme çok pahalı diyenler, çeşmelerinden akan zehirli sularından bahsedenler…
Önce sahilleri gün gün gezmeyi istedim. Sonra yer ayarlamanın yorucu olacağını düşünerek internet üzerinden son dakika otel tatili satın aldık.
Büyük heyecan, çünkü yıllardır çok beğendiğim Bodrum taraflarına yerleşmiş kişiler var. Onların tercih sebebini de merak ediyorum.
Tatil iki aşamalı olacak. Önce Antalya sonra Turgutreis ve civarı…
Aracımızla Mersin üzerinden sahil yoluna çıktık. Önce Cennet Cehennem’e uğradık. Cehennem mağarası tadilat dolayısı ile kapalıydı. Cennet’e inerken ve çıkarken bolca ‘’cehennemin dibi, bizi cennete kabul etmediler’’ gibi esprilere maruz kaldık… Ayağımızdaki spor ayakkabılarına rağmen çamurda bolca kaydık. Kaymayı engellemek için koydukları kalın halat fileler maalesef yeterli gelmiyordu. En aşağı indiğimizde hem karanlıktı, hem de görebildiğimiz kadarıyla hiçbir özelliği yoktu mağaranın.
Oradan fazla zaman kaybetmeden ayrıldık. Hatta orada bir de astım mağarası olduğunu sonradan internetten öğrendik.
Yolumuz Silifke’ye düştü. Daha önce test ettiğimiz bir lokantaya uğradık. Şöyle eski taş binaların arasında olan… Daha önce sevmiştim zaten ben o dingin, tarih kokan kasabayı…
Mutlu bir şekilde yeniden yollandık. Bu kez de durağımız ‘’Aynalıgöl Mağarası” idi. Büyük küçük sağlığına güvenen herkese tavsiye ederim. Yol boyunca gördüğümüz rengarenk sarkıt ve dikitler bir yana, mağaranın dibinde ulaşılan göl büyüledi beni…
İki derin mağaradan sonra (yaklaşık bin basamak), bugün dedim akşama kadar hareket edemem. Ancak Antalya yolu üzerinde denize sıfır bir ağaç gördük altından tatlı su kaynayan. (Soğuksu kasabası) O suda yüzdüm. Tüm hayatımda yüzdüğüm en soğuk su. Belki de tek tatlı su…
Günün sonunda ulaşıyoruz Antalya’ya. İki sevimli küçük yeğen ve diğer sevdiklerimizle sayılı günler çabuk geçiyor… Bir de Konyaaltı’nda lise arkadaşımla buluşuyoruz. Çok mutlu oluyorum. Lisede de kendisini çok beğenirdim. Aynı zarafet, aynı hassaslık…
Çok güzel geçen Antalya günlerinden sonra yollara düşüyoruz. Rotamız Akyarlar.
Yol boyunca endişem artıyor tüm kötü düşünceler beynime üşüşüyor. ’’Ya otel çok kötü çıkarsa.’’ Bunda internetten okuduğum olumsuz yorumlar da etkili oluyor. Biri öyle kötü şeyler yazmış ki ‘’Eyvah diyorum hep ben direttim bu bölge için!’’
Antalya’da geçen güzel günlerden sonra ne yaşayacağız diye merak ediyorum.
Otele varıyoruz öğlen iki gibi, yine navigasyonun azizliğine uğruyoruz.
Yerleşiyoruz odaya dakika bir gol bir klima çalışmıyor. Odayı değiştiriyorlar.
Tamam diyorum, güler yüz, güzel yemek diğer sıkıntıları kapatabilir. Güzel bir de sahili var otelin. Benim için önemli olan da Ege’nin o serin suları. Karşımız Kos adası…
Hızlıca geçiyor zaman. Adana’ya kadar uzunca bir yolumuz olduğu için sabah vakitlice çıkmak istiyoruz. Çıkış işlemleri tamam arabaya binilecek. Arabanın kapısı açılmıyor. Biri otelin park yerinde araca vurmuş. Güvenlik müdürü geliyor. Araç tamire götürülüyor. Kapı açılabilir hale geldikten sonra sorumluluğu üstlendiklerine dair bir tutanakla yola çıkıyoruz.
Gecikmeye rağmen Bodrum’a uğramak istiyorum. Zeki Müren Sanat Müzesi’ne gidiyoruz. Bu evde diyorum insan mutsuz ölemez. Denize nazır öyle güzel bir manzarası var ki…
Düşüyoruz yollara yeniden. Her tarafta rengarenk biberlerin asıldığı bir yerde mola veriyoruz. Bir de çok sevdiğim üniversite arkadaşıma uğruyoruz Akşehir’de. Kısa anlara sığdırıyoruz büyük sevinçlerimizi…
Sabaha doğru da ulaşıyoruz evimize. Yanımızda buz gibi esen Ege rüzgarı, pırıl pırıl denizi, o sahillerde bestelendiğini hayal ettiğimiz dilimizdeki ezgiler ve daha niceleriyle…
Sanırım bir süre daha takip edecek beni getirdiğim tüm güzellikler…