Mersin Öğretmen Okulu’nun yatılı bölümünde okuyorum. Yatılı okuyanlara hafta sonu evci izini veriliyor. Hataylı, Kahramanmaraşlı arkadaşlar ana kucağına aylar sonra gidebiliyorlar, ya da tatillerde. Adana yakın olduğu için sık kullanıyorum bu izini. Sık demişsem ayda bir, yirmi günde bir gibi. Vasıta bu günkü kadar yok. Okuldan şehir merkezine yaşlı bir belediye otobüsü fırdöndü yapıyor. Otobüs kadar yaşlı şoförüyle ondan daha yaşlı muavinin lakayt tavırları, öğrencilerle seviyesiz diyalogları, canımı sıkıyor. Emirleri bile sulandırıyorlar. Muavin ‘’Haydi paralar! Para vermeyenin kaynanası ölsün.’’ tarzında hafiflikler yaparak iki kilometrelik yolu çile haline getiriyor. Bundan eğlence çıkaran arkadaşlar da yok değil hani. Ben sevmiyorum.
Hafta sonu tatili de şimdiki gibi değil. Cumartesi de öğretim var. Saat 01.00 ‘de İstiklal Marşı’ndan sonra bırakıyorlar. Minicik eller yapışıyor tahta bavulların sapına. Bir hengâme ki görme gitsin. Otobüs tıklım tıkış. Her kafadan bir ses çıkıyor. Yıllar sonra hürriyetine kavuşan mahkûmlar gibiyiz. Oysa 24 saatlik bir tatile gidiyoruz. Bu kısa tatilin tadını ömür boyu bulduğumu söylesem yalan olur. Biz çeken anne kokusu mu, aile sıcaklığı mı? Ne acaba? Müthiş bir coşku… Her cumartesi müdürümüzün konuşması, basmakalıp nasihatleri yıllar yılı hafızalarımıza yer edecektir. Şimdiden ezberledik zaten. ‘’Dikkatli gidin. Sağa sola takılmayın. Kavga etmeyin. Zamanında dönün. Ne bizi, ne de ailenizi üzmeyin. Ailenizin yanında ne kadar kalsanız, ayrılmak zor olacaktır. Çünkü Görümlüğe, doyumluk olmaz. Azı- çoğu birdir.’’
Mersin-Adana arası yolculuk ta fabrikalara yıllarca işçi taşımış, emekliye ayrılması gereken yaşlı, yorgun otobüsler. Her tarafından zangır zangır sesler gelir, titreşimden masaj gibi nasibinizi alırdınız. Yolcuların başlarının üstündeki raflar, fileliydi. Tahta bavullar, öteberi paketleri, katlanmış elbiselerin sarkan kolları otobüse daha sıcak bir hava katıyordu. Birbirine benzeyen yolcular aynı ailenin fertlerini andırıyor. Ancak hayalleri, hikâyeleri çok farklıydı. Adana’ya geldikten sonra köye gideceksem sancı, kramplar, migrenle de boğuşurdum. Adana’ya 50 km. köye gidebilmek şans işiydi. Şehre sabah gelen otobüs, akşam geri dönerdi. Onu da kaçırırsanız, ertesi gün akşamı beklemek zorundaydınız. Şanslı olduğumda cumartesi akşam annemin, babaannemin yemeklerine gömülür, dedemin sohbetinden de nasibimi alırdım.
Dönüş, pazar günü akşamı olur, sancısı sabahtan tutardı. Köyden yakın köye yaya, yakın köyden geçen traktörle Misis’e, oradan Ceyhan otobüsüyle Adana’ya seyahat başlar. Mersin otobüsü dünkü gibi, şoförü de aynı kişi, tanıdım. Hayli de kalabalık. Pazar günleri hep böyle olur. Hemen bir yer bulup oturuyorum. Bilet yok, ’’Bulduğun boş yere otur.’’ kuralı geçerli.
Önümde oturanlara dikkat etmedim. Kitap okuyorum, ya da okumaya çalışıyorum. Eski otobüs sarsıyor. Yol mu bozuk, otobüs mü anlamıyorum. Yukarıda eşyalığa bir şey koymuşlar çıtır çıtır ses yapıyor. Kese kâğıdı ama içinde ne var, göremiyorum. Hay Allah, kitaba veremiyorum kendimi. O ne içinden bir şey düştü, önümdeki adamın kucağına. O nesne neyse adam aldığı gibi ağzına atıverdi. Bir iki çiğnedi, yuttu. Eşi ve çocuğu olduğunu o zaman fark ettim. Çocuk,’’ Ben de isterim.’’dedi. Kadın kızdı adama ‘’Bencil herif, niye çocuğa vermedin, kendin yuttun?’’ Adam ‘’Büyütme, bir tane daha düşer elbet, onu da oğluma veririm, onun şansına olsun.’’
Çocuk gözünü yukarı dikti. Otobüs gidiyor, çıtırtı devam ediyor, ama kese kâğıdından bir şey düşmüyor. Ucunu gördüm, düşen nesne başka bir yolcuya ait taş kadayıfı imiş. Kucağına düşünce adam değerlendirmiş. Hani derler ya ‘’Topal kurdun nasibi ayağına gelirmiş.’’ İkinci bir kadayıf düşer mi acaba? Ucu görünüyor, sanki bakıp başını geri çekiyor. Çocuğu umduruyor. Her tümsekte otobüs sarsılıyor, çocuğun ümidi de artıyor. Artık çocuğun gözleri tamamen tavana kilitli… İçimden ‘’Düş artık, ne nazlı şeysin sen öyle!’’ diyorum. Yol bitecek, yolculuk bitecek, anlaşılan düşmeye niyeti yok bizim kadayıfın. Mersin’e varıyoruz,’’Geçmiş olsun. ‘’diyor şoför. Kadayıfı göbeğini koltuklara sürterek gelen bir yolcu alıyor.
Otobüsten indiler, çocuğun gözü arkada, otobüste kaldı. Bir tatlıcı olsa, taş kadayıfı alıp versem mi çocuğa? Hayır, olmaz! Bu, adama ‘’Seni gördüm, kadayıfı mideye indirdin. ‘’ anlamına gelir. İkilemde kalıyorum. Bir müddet beraber yürüyoruz. Onlar köşeden başka yola döndüler. Çocuğun gözü otobüste, benimki çocukta…
Aradan yıllar geçti, çocuk büyümüş, bir iş sahibi olmuştur. Taş kadayıfı da yemiştir, ama o gün bir kadayıf daha düşseydi, hayatında yediği en tatlı kadayıf olacaktı belki de. Ne zaman taş kadayıfı yesem çocuğun bakışları gözümün önüne gelir.
Ali AYAZ
Adana