Başımızda kavak yelleri eserken şarkıların etkisi nasılda farklıydı. Her şarkı fırtına estirirdi deli boran ruhumda. Bıraksalar sabaha kadar dinleyecektim ama ne mümkün.! Kışın aynı odayı paylaştığımız dört kardeşimle, sese tahammülü kalmamış olan annemin homurtuları yüzünden en zevkli yerinde kapatmak zorunda kalırdım radyo, plak, kaset ne dinliyorsam.
Kimliğimi, benliğimi, aidiyetimi, insanlığımı, milliyetimi aradığım yaşımdaki bir anıya döndüm geçen gece Cem Karaca’nın sesiyle… Cem Karaca’nın “Tamirci Çırağı” -Hatırladıkça gülüyorum şimdi.- Ah ne üzülürdüm arkası puslu aynada saçlarını tarayan zengin müşterisine aşık olan ama şımarık kız tarafından hor görülen o tamirci çırağına! Henüz hayat imbiğinden geçmeyen, dünyanın kaç bucak olduğundan bihaber olan ben, toy ruhumla insan ayrımı yapanlara öfke doluydum ya !!.
“Gönlüme bir ateş düştü yanar ha yanar yanar
Ümit gönlümün ekmeği umar ha umar umar” diye nasılda yanık yanık söylüyordu Tamirci Çırağı o şımarık zengin kıza olan aşkını.
Neyse gelelim sadete;
Lise çağlarımda bir ramazan bayram sabahı temizlikler, süslenmeler, misafire hazırlıklar gibi geleneksel işlere azami özeni göstermişti yine annem. Bayramlaşmaya gelen giden oluyordu. Uzaktan tanıdığımız fakir bir ailenin okumamış, çeşitli işlerde çıraklık, muavinlik yapan, zaman zaman işinden kovulan haylaz bir oğlu vardı. Onun bize doğru bayramlaşmak için geldiğini pencereden gören annem, onun eve girmesini önlemek için, eline şekerliği alarak kapıdan elini öptürüp şekerini vererek döndürdüğünü görünce içim acımıştı. O gittikten hemen sonra, mevki sahibi olan komşumuzun ailesiyle bayram ziyaretine gelmeleri üzerine annemin ve babamın onları memnun etmek için çırpınışlarına, evimizin en iyi köşesinde en güzel ikram ve sözlerle ağırlamalarına şahit olmak benim ruh sigortalarımı attırmıştı.
Misafirler gidince annemle babamı şiddetle eleştirmiştim insan ayırımı yaptıkları için. Çünkü insanlık hakkını teslim etmekle yükümlüydüm kendimce… Babam bana hak vererek başını sallamıştı ama annem karşı çıkmıştı. Annemin adil olmasını sağlasaydım veya ona sözlerimin haklılığını kabul ettirseydim tüm dünyayı kurtarmış kadar mutlu olacaktım belkide ama annem bu adaletin mümkün olmadığını sert sözlerle savundukça benim kızgınlığım daha da artıyordu. O çocuktan ben de hoşlanmaz hatta sinir bozucu bulmama rağmen eşitlik savunucusuydum ya savunmuştum işte…
Bu olaydan birkaç yıl sonra öğrenci olarak gittiğim Ankara’da bir gün yatılı kaldığım öğrenci yurdunda ziyaretçim olduğu anonsu yapıldı. Koşarak kantine indim ki, bir de ne göreyim; bayramda annemin içeriye almadan kapıdan gönderdiği, uğruna annemle kavga ettiğim o fakir çırak değil miydi gelen? Ne işi vardı bunun burada diye şaşırsam da anlamak için önce hoş geldin ederek karşılamıştım onu. Kantinde çay ısmarladıktan sonra hâl hatır sorarak havadan sudan konuşmaya başlamıştım. Şimdiye kadar onunla doğru dürüst bir konuşmamız bile olmamış sadece uzaktan tanıdığım, yolda yolakta bir kaç kez gördüğüm bir delikanlıydı sadece. İnsan ayırımı yapmamam gerekiyor ya! Fakir ve okumamış diye dışlanmış hissetmesin kendini düşüncesindeydim. O yüzden ilgilenmeliydim. Halini hatırını sordum, memleket havadislerinden konu açtım. Ama çocuk, konuşamıyordu doğru dürüst. Utancından kızarıyor, çayını karıştıramıyor, karıştırsa da içemiyordu. Söylediğine göre Ankara’ya bir iş için yolu düşmüş, babam bunu duyunca benim de yanıma uğramasını istemiş güya. Beni görüp haber götürmesi içinmiş sebebi ziyareti… Ses tonu ve bakışları onun yalan söylediğini kulağıma fısıldamıştı hemen. Bu yalana kargalar bile gülerdi. Çünkü babamın yolu sık sık Ankara’ya düşüyordu zaten. Bunları söylerken suçlu psikolojisiyle bakışları kendini ele veriyordu. Gözlerime değişik bir şekilde bakıyordu. Ön sezgilerimle sezmiştim geliş sebebini. Bana saf derlerdi ama fazla saf değilmişim demek ki. Cem Karaca’nın şarkısındaki arkası puslu aynada saçını tarayan tamirci çırağı şimdi benim karşımdaydı. İster istemez “ne cüret!” diyesim gelmişti. Genç kızlığa yeni adım atmanın da verdiği ürkek duygular da eşlik ediyordu doğal olarak. “Sen kiiim ben kim?…İlk okulu bile zor bitirmiş, şunun bakışına bak!” diyesim gelmişti. Hatta içimden dudak bükerek gülmüştüm belki de…Bakışlarından niyeti öyle belirgindi ki, bir an midem bulanmıştı! Niyetini kesin olarak anlamıştım anlamasına; kalbinin rencide olmaması için açılmasını önlemeliydim… Biraz daha kalsaydım belki de arkadaşlık teklifi edecekti, kim bilir! Belki de kendi kuruntum diyeceğim ama adım gibi emindim tavırlarından. Zaman kaybetmeden ayağa kalkıp, derse yetişmem gerektiğini söyleyerek, teşekkür ettikten sonra koşar adımlarla uçmuştum okuluma.
Yaşa ki neler göresin dedim kendi kendime daha sonra. Şiddetle kınadığım o şarkıdaki burnu havalı kızın yaptığı kırıcı davranışın bir başka biçimini de ben yapmıştım o gün. Ben de bir şekilde kendimi büyük görerek onu kalben de olsa küçümsemiştim… Onun yerinde varlıklı, üniversiteli, yakışıklı bir genç olsaydı böyle mi yapardım? Kabul edip etmemek ayrı bir konu ama ne cüretle gelmiş diye küçümsemez gururlanırdım en azından, yanaklarım kızarırdı belki de!…
Yıllarca bana kendimi ayıplatan bu olay, acaba hayatın gerçeği miydi?.. Başkalarını şiddetle eleştirirken iyilik meleği kesilen kalbim, iş kendi başına düşünce kaskatı kesilmişti ve çok sinirlenmiştim. Anladımki bundan böyle çuvaldızı başkasına batırmadan önce iğneyi kendime batırmalıydım…
Ayıpladığı şeye düçar olmadan ölmezmiş ya insan. Benim de durumum işte öyle birşeydi.
Asuman Soydan Atasayar