Aa, o da ne!?
Bir anda geniş bir odada bulmuştum kendimi. Şaşırmış bir halde ayakta öylece dikili kalmıştım! Etrafına bakındım. Bulunduğum odaya açılan üzerinde sayılar yazılı en az yedi kapı vardı. Hangi kapıdan gireceğimi düşünürken karşı duvarda ki yazıyı okudum.
“Adınız çağrılınca, lütfen açılan kapıdan içeri giriniz.”
İlginç bir karşılaşmaydı. Oysa biriyle veya bir sekreterle karşılaşacağımı ummuştum. Köşede tek bir koltuk ve yanında küçük klasik bir sehpa yerleştirilmişti. Sehpanın üzerinde kırmızı deriden kaplı bir ajanda, yanında kalemlik, kalemliğin içinde tükenmez kalemler vardı.
Odada benden başka kimse yoktu. Siyah deri kaplı koltuğa doğru geçip oturdum.
Bakışlarım odada gezinmeye başlamıştı. Duvarda doğa manzaralı tablolar asılıydı. Onları incelerken birine gözüm takıldı. Sağa doğru kaymıştı. Göz estetiğini bozuyordu. Aman bana ne, demedim. Yerimden kalkıp tabloyu düzelttim.
Tam yerime geçip oturacaktım ki, köşede annemin en sevdiği deve tabanı, dediği çiçeği gördüm. Saksı yere devrilmişti. Çiçeğin kökleri gözüküyordu. ‘Acaba ne olmuş?”düşüncesiyle o yöne gittim. Saksıyı yerden kaldırıp dökülen toprakları avuçlarımla deve tabanı çiçeğini saksıya iyicene yerleştirdim. Ellerimin kirlenmesine aldırmadan toprağı parmak uçlarımla bastırıp çiçeğin kökünü, saksının dibine doğru bastırdım.
Bütün bunları niçin yaptığımı bilmiyordum. İçimden gelmişti. Belki de çiçeğe acımıştım. Annemin sözleri aklıma düştü. “Yazık bunların dilleri yok ki. Su vermek lazım. Sevaptır. Ölürler yoksa …”
Etrafıma bakındım. Su falan göremedim. Tekrar koltuğun yanına varıp üzerinde duran çantama uzandım. Çantamda ki mataramı çıkarttım. Suyun hepsini boşattım saksıya. Geriye doğru bir kaç adım atıp saksıya şöyle bir baktım. Eserimi beğenmiştim. Ellerimi birbirine sürterek toprakları temizledim. Çantamdan ıslak mendil çıkarttıp avuçlarımı silerken ellerim dikkatmi çekmişti. Yüzümü ekşittim. Ellerimin görüntüsü hiç de hoş değildi. Üstelik de yeni sürdüğüm ojelerim bozulmuştu. Tırnak içlerim toprakla dolmuştu. Ne kadar silmiş olsam ellerim tam temizlenmemişti. İçimden kendime kızdım.
Tam o sırada yerdeki küçük kilim dikkatmi çekmişti. Kilim el dokumasıydı. Ama sanki kilimde bir terslik vardı. Önce güneşten solmuş olduğunu sandım. Sonra kilimin tersine baktığım zaman yere öylesine atılmış olduğunu fark ettim. Yere ters konmuştu. Herhalde ofisi temizleyenler yanlış sermişlerdi. Kilimi düzeltip yerleştirdiğimde göze daha güzel görünüyordu.
Yerime geçtiğimde ellerimi yeniden ıslak mendille ova ova temizledim.
Halâ adım okunmamıştı. Bakışlarım odanın duvarlarında, tavanında hoparlör aradı. Oturduğum yerin tam karşı köşesinde hoparlörü görmüştüm.
Çaresiz bekleyecektim. Beklemek sabır duygumu kısaltıyordu. Zaman da geçmiyor gibiydi. Bacak bacak üstüne atıp ayaklarımı sabırsızlıkla sallamaya başladım.
Dün akşam aklıma düştü. Annemle gereksiz yere tartışmıştım. Keşke sesimi yükseltmeseydim kadıncağıza. Alt tarafı yatağını düzelt, banyonun ışıklarını açık bırakma, demişti. Ya ben ne demiştim:
“Bıktım senin şu vıdı vıdılarından. Öleyim de benden kurtul emi!..”
Annem o dakika susmuştu. Gözlerinde ki, o kırgın ifadeyi şimdi gözlerimin önüne düşünce, kendimden utanasım geldi. Aslında o doğruydu bense yanlıştım. Ne vardı yani, şu tırnağıma ayırdığım bakımı odama, banyoya da yapmış olsaydım ya!? Kadıncağızı incitmemiş olurdum. Her seferinde kendimi niçin suçlu duruma düşündürdüğümü, sorgularken annemin o can acıyı sözlerinden sonra aksileştiğimi, düşündüm.
“Senin bu kaçıncı işten ayrılman, Güler. Hep taciz ediliyorsun. Hep… Hep bir vahanelerin oluyor senin. Hiç düşündün mü, ‘acaba erkekler bana neden bu hareketleri yapıyor.’ diye…
Onlar suçlu da bi sen mi masumsun? Hem o kıyafetlerin de ne ki? Ben de senin gibi baldırı çıplak dolaşırsam, öyle göğüslerim gözükecek gibi giyinir, dudaklarıma kırmızı rujlar sürersem, erkekler benim de oranı burama dokunurlar!”
Annem sanki o gün, bam tellerime dokunmuştu. Zaten moralim diplerdeydi. Ondan anlayış göreceğime, suçlanıp yargılanan ben olmuştum.
.
Oysa o gün gayet derli toplu giyinmiştim. Masa üstünde yeni projenin üzerinde ayaküstü çalışıyordum. Öyle dalmıştım ki, arkamdan onun yaklaştığını duymamıştım bile.
Sesi tam ensemde, kulak içlerimde patlamıştı sanki.
“Daha gitmemişsin…”
Aniden arkamı döndüğümde aramızda ki mesafe hiç kalmamıştı. Göğüs göğüse çarpışmıştık. Daha ne olduğunu anlayamamıştım ki, sert ve güçlü kemikli elleri kollarımı bir mengene gibi sarıp kollarımı arkama çapraz kıstırmıştı. Hareket edemiyordum. O kemikli elleriyle canımı acıtarak bileklerimi kalçalarının üstünde ters kelepçelemişti.
Namussuz adam bir anda beni kendine çekip dudaklarımı hoyratça emmeye başlamıştı. Soluğum kesilmişti. Ağzının içinde ki dudaklarımı ısırırcasına öperken başımı geriye çekip ondan kurtulmaya çalıştıkça dudaklarımı ısırıyordu. Bu kez canım daha çok yanıyordu. Nefesi pis kokuyordu.
Akşamdan sindirilmiş anason kokusu ağzımın içine dolmuştu. Midemin bulantısı genzime doğru yükselirken sağ dizimle onun hayalarına doğru şiddetli bir tekme vurmuştum. Pislik acıyla benden uzaklaşmıştı.
Devam edecek
Emine Pişiren