Vaktiyle büyük reklamlar yaparak uçuk fiyatlara daire satan müteahhidin bırakıp kaçtığı bloklar köprünün tepesinde arzı endam ediyor.
70 YILDIR CUMHURİYETİN YAPAMADIĞINI, BDP NASIL YAPTI?
Cumhuriyet tarihi boyunca dininden koparılamayan peygamberler, sahabeler diyarı bu kutsal topraklarda BDP gibi sosyal düzen yanlısı bir hareket nasıl olur da bu kadar büyük çapta bir yayılma gösterir? Laik-Kemalist düzen kadınlarımızın örtüsünü açamazken bu komünist menşeili, faşizme yelken açan hareket nasıl başarı elde eder, halkı kendisine çeker?
Yanıt için derin sosyolojik tahlillere, komplike paranoyak komplo teorilerine, dış mihrak destekli soğuk savaş stratejilerine, anomik tahlillere, sürrealist, pragmatist bakış açılarıyla topu seküler dünya düzenine, modernleşen bireyin kendiyle yabancılaşmasına falan bağlamaya gerek yok.
Cevap çok açık: Sen üzerine düşeni yapmazsan, yapanlar kazanır. Ülkenin bir ucundan diğerine kurduğun ahkâm cümleleri her zaman ve daima havada kalır. Son olarak bir de amiyane bir tabirle “yani”ye bağlama çekeyim: Adamlar çalışıyor be abicim! İşliyorlar ve bizde bir kenarda pas tutmamızdan mütevellit her kelamımızla gıcırdamaya devam ediyoruz.
Çözüm Nedir?
Çözüm Kuran-i bir söylemdir. Hele hele bu bölgenin insanına düşen görev dağılımı zor lakin alacakları ilahi karşılık da paha biçilmezdir. Emr-i bil maruf nehy-i anil münkerle birbirimizin eksiklerini giderir, bir duvarın tuğlaları gibi bütünleşirsek, on çeşit mihrakın parça pinçik ettiği mahv-u perişan eylediği topraklardaki vazifemizin ifasına doğru emin adımlarla ilerleyebiliriz demektir. Yoksa onlarca dernek kurarız. Bu derneklere on kişi girer, yedisi çıkar, on beşi girer, on üçü çıkar, iki ileri bir geri mehteran tadında yerimizde rap rap saymaya, zelilliği kendi kısırdöngümüzde saydırmaya devam ederiz.
Kırklar Dağı’nın Düzü, Ziyaret Çarptı Bizi…
Surlardan gözüken on gözlü köprüye gidiyoruz. Etrafında tek tük restoran türü mekânlar yapılmış. Bölgenin daha işlevsel hale getirilerek, turizme hitap edecek projeler tasarlandığı bilgisini alıyoruz. Vaktiyle büyük reklamlar yaparak uçuk fiyatlara daire satan müteahhidin bırakıp kaçtığı bloklar köprünün tepesinde arzı endam ediyor. Allah korkusu olmayan, insan ümitlerini sömürenlerden nedir bu insanlığın çektiği. Bir yandan da yirmi dairesine Van’daki depremzedeleri yerleştiren mübarek müteahhidin öyküsünü dinliyoruz. Tüm bu karmaşanın alaşağı ettiği zihnimize bir mola verip, Kırklar Dağı’nın düzü diye başlayan Suzan türküsünün yakıldığı on gözlü köprünün üzerinde akan Dicle’yi seyreyliyoruz.
Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi
Şair Cahit Sıtkı Tarancı'nın doğduğu bu ev geleneksel Diyarbakır evlerine güzel bir örnek teşkil etmekte. Öyle hoş bir mimarisi var ki amiyane tarafınıza dokunuyor: “adam yaşamış hakikaten” dedirtiyor. 1973 yılında Kültür Bakanlığı tarafından satın alınıp müze haline getirtilen müzede Cahit Sıtkı Tarancı'nın eşyaları, mektupları ve kitapları sergilenmekte.
Ziya Gökalp Müzesi
Ziya Gökalp'in yaşadığı bu ev 1956 yılında müze haline getirtilmiş. Getirilmiş demiyorum dikkatinizi celp edeyim getirtilmiş diyorum. Gökalp'in eşyaları, mektupları ve kitapları sergilenmekte. Alman ekolünden beslenen Fransız sosyolojisi hayranı, ırkçılık illetini bizlere musallat eden, Kürt halkını bizde varız o zaman diye galeyana sevk eden, ünlü sosyolog, toplum mühendisi, Atatürk’ün mihmandarı, hakkında en çok monografi yazılan, Türkçülüğün esaslarını kaleme alan düşünürün Diyarbakır’lı olması ve burada müzesinin olması ne kadar tirajikomik bir mevzu değil mi? Hayat böyle bir şey zaten. Şaşırdığınız sürece vadenizin dolmadığını anlıyorsunuz. Öğrenme süreciniz şaşırdığınız sürece bekasını muhafaza ediyor.
Han Kapısında Saç Tava…
Han kapısı tarihi bir mekân, giriş bölümündeki dükkânlarda genellikle el işçiliğine dayanan ve materyali bakır olan ürünler satılmakta. Puşi gibi yöresel örtüler, şallar da oldukça orijinal. Alt katta sahaflar var. Otantik mekânda istediğiniz kitabı satın alabilir, bir kenarda oturup çayınızı yudumlarken okuyabilirsiniz. Diğer yanda otantik bir restorana gidiyoruz. Ayrı bölmelerde kimse birbirini görmeden, rahatsız olmadan yemeklerini yiyebiliyor. Ayakkabılarınızı çıkarıp birkaç basamak çıkarak yer masalarında yiyorsunuz. Yöresel bir lezzet saç tava istiyoruz. Tadına doyum olmuyor haliyle. Burada yemeğin yanında mezeler ücretsiz getiriliyor. Ekşili salata, ezme, turşu yemeğin lezzetini perçinliyor.
Akabinde ve detayında kahvenizi nasıl alırdınız diyorlar. O işlemeli gümüşi fincanlarda insan nefret etse bile kahve içmeden edemiyor. Yöresel bir tat olarak menengüç kahvesini içmemizi tavsiye ediyorlar. “Tamam, olur.” diyorum. Bakalım tadı nicedir? Sütlü kahve gibi ama fıstık da katılmış, anlaması zor evet ama benim gibi telve düşmanı bir kafeinden nefret ederin bile içebileceği hafif, hoş bir lezzeti var.
Bir Gün Daha Geçti, Yarına Allah Kerim…
Konaklayacağımız mekâna varıyoruz. Tertemiz döşekler seriliyor, misafirin kendi yatağını açmasına, içeceği suyu almasına dahi izin yok. Hizmette sınır yok burada. Ne diyeyim. Oğlunuza doğulu bir eş alın, rahat edin. Kızınızı vermeye gelince valla bir daha düşünün, bir su getirmeyi dahi öğretemediğimiz kızlarımızı burada staja gönderelim mesela…
Uykum var; hadi kapat ışıkları… Göz kapaklarıma hükmedemiyorum nicedir. Gözüm, kulağım ve kalbim kapsama alanı dışında. Algı yorgunu zihnim bu günlük paydos çığırtkanlığında.
Uykum var… Tafranı al ve çık hayatımdan. Yorgunluğumdan geriye kalan yıkık bir duvar, mahzun bir çocuk görüntüsünde yaptığı hataları affettirmeye çalışan akıl almaz akılsız nefsim, iyi uykular…