Müslüman ülkelerin tüm resmi söylemlerine, İslam din âlimlerinin yazı, vaaz ve fetvalarına rağmen İslam nedense, ne oluyorsa, ne dümenler dönüyorsa, özellikle son 40 yılda cihatçı terörist ve terörist örgütler üretiyor. Veya bu tür örgütler vardı da, biz, ancak küresel düzeyde eylemleri olduğunda farkına varmaya başladık. Veya yayılmacı komünist Rusya’yı, İslam Ülkeleri kuşağında tutabilmek için, Batı’nın (özellikle ABD) yarattığı bu tür örgütler, SSCB’nin dağılmasıyla hedeflerine bu kez de Batı’yı da koyunca tehlikenin yerel ve bölgesel olmadığını anladık. Hedefte sadece Batı ve batı’nın çıkarları değil, Batı’nın işbirlikçileri ve müttefikleri de var… Ve bu nedenle ucu bize kadar gelip dokunuyor.
İslam’ın bireysel değil örgütsel terör üretmesini Hz. Ali ve Ebu Süfyan oğlu Muaviye (Hz. Osman’ın da amcasının torunu olur) mücadelesinde, Haricilerin oynadığı role kadar götürmek mümkündür sanırım… Harici teröründen kurtulan Muaviye ve harici teröründe can veren Hz. Ali’den sonra, bugüne kadar gelen ve bundan sonrada devam edecek gibi görünen, İslam dinindeki ilk ayrışma başlamış. Üstelik ayrışma teolojik değil siyasaldır, yani iktidar mücadelesidir. Hz. Ali’nin ölümünden sonra halifeliğini ilan eden Muaviye’ye biat edenlerle Hz. Ali ve daha sonra Ehli Beyt taraftarı (Şia) arasındaki bu ayrışma, daha sonra sünnet ve hadisler üzerinden ritüellerde (ayin) başlamış…
Muaviye’nin halifeliği saltanata dönüşünce (babadan oğula geçen) bu Emevi halifeliğini tanımayan Şiiler, hem Emevilere (Ebu Süfyan soyundan gelenler) hem de Abbasilere (Bedir Savaşında Müslümanlara karşı savaşıp esir düşen amcası Abbas soyundan gelenler) muhalif olmuşlar ve 12 İmamı takip etmişler. Saltanatla işbirliği yapan Sünniler, İslam kaynakları (fıkıh) içine sünnet ve hadisleri de dahil etmeye başladıklarında, tüm sahabenin aktardıkları sünnet ve hadisleri esas alırlarken, Şiiler Ehlibeyt’in aktardığı sünnete ve hadislere bağlı kalmışlar. İktidar (halifelik) ayrılığı itikatta da bazı ayrılıklar yaratmış, 12 imam ve 12. imam olan İmam Mehdi kültü oluşmuş… Ve 16 yy.’da Şiiliğin İran’da devlet dini olmasıyla bu ayrılık siyasal alanda da kurumsallaşmış.
Aslında her ne kadar gerek itikat gerekse fıkhi olarak her iki önemli ekolden ayrılan bir İslam inancı da var ki, o da, daha çok Anadolu Türkleri arasında yayılmış olan Aleviliktir. Bir ara Şah İsmail döneminde devlet dini olarak siyasallaşsa da, 16 yy da Türklerin İran’da egemenliklerini kaybetmeleri ve Şiiliğin İran’ın resmi dini olarak kabul edilmesi ile Sünni ve Şia müelliflerince heterojen bir İslami akım olarak görülmek istenmektedir Alevilik… Bu nedenle Anadolu Aleviliği konusunda Sünni kesimde hurafeler üretilmiş, özellikle Osmanlının 15’nci yy.lın ikinci yarısından sonra Anadolu’da egemen olmasıyla kovuşturmalara, katliamlara maruz kalmışlar… Cumhuriyetin eşit vatandaş temelli rejimine sahip çıkan Aleviler, bu dönemde de Sünni halk ve hocaların bu hurafeleri canlı tutması nedeniyle pek rahat yüzü görememişler.
Şimdi gelelim başlığımıza, günümüzde Sünni İslam ve Şii İslam neden İslami terör örgütleri yaratıyor? Ve bu örgütler kısmen egemen oldukları yerlerde hem genel olarak İslam devletlerince hem de İslam Âlimlerince görünürde reddedilirken, alttan alta sahipleniliyorlar da…
Dinler ve din adamları, dinin tebliği için, dünyevi iktidarlarla ittifak kurmak zorunda kalınca veya kendileri dünyevi iktidarlıklar kurmak zorunda kalınca, sufilik ve uhrevilikten ister istemez uzaklaşıyorlar. Dünyevi iktidar için ise mülk (devlet, imparatorluk, saltanat vs) ve mülkiyete sahip olmak, kontrol etmek, elde tutmak kaçınılmaz oluyor bir süre sonra. Gönüllere seslenen söz ile “ikna”ın yerini, bedenlere gözdağı veren “cebir” alıyor. 12.12.2014
……….
Yukarıdaki satırları yazdıktan sonra keyfim kaçmış, yazıyı yarım bırakmıştım. Dün Fransa’daki karikatür dergisine yapılan ve (şimdilik) 12 kişinin öldürüldüğü katliamı duyunca tekrar kendime sordum: Neden Sünni ve Şia İslam’ı terör üretiyor? Üstelik üretilen terör sadece gayri Müslimleri değil Müslümanları da öldürüyor…
……….
Şimdi şunu söylersek yanılmış olmayız, ki benim içinde öyle, son peygamberin dinine mensup olmaktan dolayı Müslümanlar kibirlidir diğer dinlere karşı… Şöyle de genel bir yargı da var ortalama Müslümanlarda; diğer dinlere mensup olanlar insanlığa ne kadar faydalı olurlarsa olsunlar, yaşamları, ahlak anlayışları ne kadar bir müslümandan daha iyi olursa olsun İslam dinini seçmedikten sonra, ahrette, gidecekleri yer “cehennemdir”. Üstelik Hz. Muhammed’in ölümünden sonra (M.S.632) 150 yıl içinde Endülüs’ten Orta Asya sınırlarına, Kafkaslardan Hindistan sınırlarına kadar bir İslam İmparatorluğu kurmuşlardır. Türklerin 10’ncu yy.da devreye girmesiyle 17’nci yy da Balkanlar ve Orta Avrupa’ya kadar da yayılmışlardır. Asya’da ise Hazar’ın kuzeyi ile Orta Asya ve Hindistan yarımadasının büyük bir bölümünde İslam devletleri hâkimiyet kurmuşlardır. Bu tarihi geçmiş Müslümanlarda “kibrin” canlı kalmasını sağlıyor.
Üstelik bu yayılış sadece İslam inanışı olarak değil devletler, Sultanlıklar, imparatorluklar kurarak olmuştur. Bu da günümüz Müslümanlarına bir “gurur” veriyor. Müslümanlarda gururun kibre dönüşmesi Batı medeniyetinin İslam medeniyetinin önüne geçmesi (16. ve 17. yy) ile başlamıştır: Onların “cehennemlik batıl inançları” dünyevi teknoloji üretiyordu ama, Müslümanların hak inançları onlara “cennet” vaat ediyordu öbür, gerçek dünyada (ahret)…
Batı’da yaşanan aydınlanmanın (aklın dinin dogmaları karşısında serbest kalması) yarattığı teknolojik üstünlük emperyalizme dönüşünce, 17.yy’dan II. Dünya savaşı sonuna kadar da, Türkiye dışında, neredeyse tüm İslam devletleri Batı’nın ya sömürgesi ya mandası veya nüfuz bölgesi olmuştur. Batılı sömürgeci devletler (İngiltere, Fransa, Portekiz, Hollanda, daha sonra İtalya gibi) kendileriyle işbirliği yapan yöneticiler “üretirken” İslam devletlerinin dinsel ve sosyal ilişkilerine pek müdahale etmiyorlardı. Onlar için önemli olan hammadde ihtiyacını sağlamak ve ticaret üstünlüğünü korumaktı.
Ve aslında bu ilişkiler sonunda Batı ve Doğu medeniyeti de birbirleriyle de tanışıyorlardı. Ve bu tanışmada emperyalistler karşısında yaşanan ezikliğe karşı da iki ana akım gelişiyordu: Bir akım daha fazla İslam dinini dogmalaştırarak saldırıya geçerken (naklin aklın önünde olması, Selefilik, Vahhabilik gibi), diğer akılcı akım ise İslam medeniyetinin batı karşısında neden gerilediğine, eski görkemli günlerine nasıl dönebileceğine kafa yoruyordu (aklın naklin önünde olması, Mutezililik, modern İslamcılık gibi). İşin ilginç tarafı modern İslamcılar (Tahtavi, Tunisi, Cemalettin Afgani, Muhammed İkbal gibi) emperyalizm yönetimi altındaki İslam bölgelerinde (Tunus, Mısır, Hindistan) emperyalistlerle işbirliği yapan sınıf içinden veya onlara yakın olanlar arasından çıkıyordu…
Neyse akıl-nakil, vahiy-hadis, öz-şekil tartışmaları sonunda, bugüne geldiğimizde, akılcı ekolün ürkekliği ve kafalarının karışıklığı sonucunda nakilciler bugün İslam coğrafyasında daha etkin görünüyorlar. Klasik sömürgeciliğin bittiği II. Dünya savaşından sonra İslamcılar teknolojik üstünlüğe sahip “batıl Batı”dan sonra yayılmacı “ateist” Sovyetleri de hedeflerine koymuşlar ve “ateist yayılmacılığa” karşı “batıl Batı” ile ittifak etmişlerdir. Bu ittifak en belirgin şekilde 1979 yılında Sovyetlerin Afganistan’ı işgalinde kendini göstermiştir. Sovyetlerin dağılmasıyla bu kez “kadim düşmanları batıl Batı”yı hedeflerine koymuşlardır.
Ancak gururun kibre dönüşmesinden sonra kibrin kine dönüşmesi özellikle Filistin’de İsrail devletinin kurulması ve bu devletin Filistin’i işgali karşısında, İslam coğrafyasının tüm çabalarına rağmen, İsrail devletini ortadan (1948-1967-1973 savaşları) kaldıramamasıyla başlamıştır. Ortadoğu İslam ülkeleri Batı’dan ve Sovyetler’den aldıkları silahlarla, kendi silahlarını üreten İsrail karşısında yenilmişlerdir. Teknolojik üstünlüğü elinde tutan “batıllar” karşısında kitlesel başarı sağlayamayan İslam ülkeleri içinden çıkan örgütler yerel ve bölgesel terör ve gerilla savaşlarına yönelmişlerdir.
Bu arada 1979 İran İslam devriminden sonra, İran da “en büyük şeytan” Batı’ya cephe almış, terör örgütlerini desteklemişse de, gerek Şia’nın bir devlet kontrolü altında mezhep olması ve Sünni mezheplerle itikadi derin ayrılıkları olması nedeniyle etkisi sınırlı kalmıştır.
Sonuç itibariyle nakilci ekolün (Selefilik, Vahhabilik) küreselleşen dünyada Batı ile rekabet edememeleri “kinlerinin” cihada yönelmesine, rekabet (cihat) için seçtikleri silahlı yöntemler de (küresel İslamcı terör) sadece Batı’yı değil, küreselleşmenin gereği olarak (coğrafi sınırların önemini yitirmesi) Batı ile siyasal, kültürel, ekonomik işbirliği yapan İslam ülkelerini ve dünya barışını da tehdit eder duruma geliyor.
İyi de, “batıl” batının ürettiği cep telefonunu kullanacaksın, otomobiline bineceksin, sağladığı özgürlükle örgütleneceksin, televizyonundan reklamını yapacaksın, paralarının bankalarında saklayacaksın, silahlarını edineceksin sonra dönüp “batıla” karşı savaş ilan edeceksin… Başarı biraz ham hayal gibi görünüyor. Rekabet için, aklı ve aydınlanmayı İslam dininin yorumunda kullanıp, Müslümanlar için, önce bu dünyayı cennete çevirmenin yöntemini bulacaksın… İslam adına konuşan alimlerin, müelliflerin daha çağdaş (toprağa dayalı üretim tarzının sorunlarına çözüm bulmuş ortaçağ ilmihallerinden arınıp) ve cesur olmaları gerekiyor…
Biz mi? Valla bizim elimizde Anadolu Müslümanlığı diyebileceğimiz, İslam’ın Anadolu tasavvufi yorumu ve insancıllığı var… Ne işimiz var El Ezher, selefilik, vahhabilik yorumlarında?… 08.12.2014