2. ALİ TONGAZ’ın ANILARINI OKUMADAN ÖNCE KÖY ENSTİTÜLERİ
HAKKINDA BİLİNMESİ GEREKEN ÖZ BİLGİLER
Okuduklarımdan, öğrendiklerimden, dinlediklerimden yola çıkarak; Köy Enstitüleri ile ilgili anlaşılır bir dille önce bazı teknik ve sosyal, toplumsal, tarihi, coğrafi, kültürel vb. konuları içine alan birkaç soruyu sorarak konuya açıklık getirmek istiyorum.
Benim gibi kim bilir kaç meslektaşım ya da eğitimle ilgili arkadaşlar benzeri soruların yanıtlarını aradılar. Benim sorularım genelde şunlar oldu:
– Köy Enstitülerinin fikir babası kimdir?
– Köy Enstitüleri nasıl işliyordu?
– Nerelerde açıldı?
– Kaç sene sürdü?
– Kapatılmasaydı kazançlarımız neler olacaktı?
S.1 Köy Enstitülerinin fikir babası kimdir?
3 Mart 1924 tarihinde Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) yasası getirildi. Bu yasa ile dinsel ve bilimsel eğitim ikiliğine son verildi. Eğitimde birlik sağlandı. ABD, Almanya, Belçika’dan eğitim uzmanları getirilerek görüşleri alındı.
1935 yılına geldiğinde bütün çabalara rağmen köylere yeterince eğitim götürülememişti. Ülke nüfusunun hemen hemen % 80’i köylerde yaşıyordu. Kırk bin (40.000) köyün otuz beş (35.000) bininde okul yoktu. Köy çocukları okuldan, öğretmenden yoksundular. Şehir ve kasabalarda durum biraz daha iyi durumda idi.
1935 yılı sayısal bilgilerine göre kasabalarda okur yazar oranı %15 (erkekler % 23 kadınlar % 8,2) , köylerde ise bu oran çok daha gerilerde seyrediyordu.
Köy Enstitüleri Projesinin fikir babasının Mustafa Kemal Atatürk olduğunu Tarihçi Sinan Meydan’ın kaleminden okuyalım:
“1940′larda kurulan Köy Enstitüleri projesinin fikir babası aslında Atatürk’tür ve ilk uygulaması da Atatürk döneminde yapılmıştır. Köy Enstitülerinin temeli Atatürk dönemindeki Köy Eğitmenleridir. Atatürk’ün çok başarılı Milli Eğitim Bakanlarından Mustafa Necati’nin öğretmen yetiştirmek için kurduğu köy okullarından istenilen sonuç alınamaması üzerine Atatürk dönemin Kültür/Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’a “Ordudan yararlanılmaz mı? Ordumuzda ne çavuşlar var biliyorsun! Onlardan öğretmen yetiştirilemez mi?” diyerek ordudaki onbaşı ve çavuşlardan öğretmen yetiştirilmesi fikrini ortaya atmıştır.
Atatürk’ün işaretiyle harekete geçen bakan Saffet Arıkan İlk Öğretim Genel Müdürü olarak görevlendirdiği İsmail Hakkı Tonguç’la birlikte çalışmaya başlamıştır. Tonguç’un köyleri dolaşarak hazırladığı rapor sonunda 6-8 aylık kurslardan sonra köye gönderilecek olan “eğitmen” adlı köy öğretmenine köyde yaşayabileceği, gereksinimini karşılayacağı kadar tarla, temel araç gereçler ve biraz da maaş verilecektir. Bu çerçevede ilk eğitmen kursu 1936 yılında Eskişehir’in Çifteler Çiftliği’nde açılmıştır. İşte bu uygulama 1940′larda geliştirilip Köy Enstitülerine dönüştürülmüştür.”
S.2 Köy Enstitüleri nasıl işliyordu?
Köy Enstitülerinin en başta gelen özelliği, öğrencilerinin % 100 köylerden olmasıydı. Okulu bitiren genç öğretmenler yine kendi köylerine öğretmen olarak atanıyorlardı. Bunun dışında kalan istisnai durumlar ise önemli gereksinimlerden dolayı olmuş, yetiştirilen öğretmenler kendi kasabalarına yakın köylerde görevlendirilmişlerdir.
Araştırmacacı yazar Mustafa Gazalcı, KÖY ENSTİTÜLKERİ SİSTEMİ/ Mezunları Üzerine Bir Araştırma kitabından (S. 29 P2,3,4 /S. 40, P 2,3/ S 41, P 1,2 ) alıntı:
Köy Enstitülerinin kuramcısı ve uygulayıcısı İsmail Hakkı Tonguç, 1948’de bir ansiklopediye, Enstitüleri kısaca şöyle tanımlamıştır:
*Köy Enstitüleri, köy öğretmenleri ile köye lüzumlu diğer meslek erbabını, iş eğitimine uygun olarak yetiştirmek amacıyla ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde, bölge müessesesi olarak açılan, öğrencisi köyden alınan ve yatılı bulunan kurumlardır.*
… Resmen 1954’te kapansa da belirleyici ilkeleriyle topu topu 10 yıl süren bir uygulamadır. Bu çerçevede Sabahattin Eyuboğlu’nun deyimiyle ÇİÇEK AÇARKEN BUDANMIŞ kurumlardır.
Köy Enstitüsü öğrencileri üretirken eğitiliyorlardı. Ürettikleriyle hem kendi gereksinimleri gideriliyor, hem de bir ölçüde gelir sağlayarak okulun harcamalarını karşılıyorlardı. Bu anlamıyla Köy Enstitüleri alışılmış klasik okullardan çok farklıydı. Klasik okullardaki ezberci, tüketici, adaletsiz eğitim sistemi yerine ; üretici, çağdaş, bilimsel, parasız, laik, karma bir eğitim verilmesi amaçlanıyordu. Kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’un dediği gibi Köy enstitüleri birer “Yaşam ve İş” okullarıydı.
Enstitülerde verilen eğitimde çevre halkından, konusunda ustalaşmış insanlardan da yararlanılıyordu. “Usta Öğretici” denilen bu inanlar, Enstitü müdürleri tarafından atanıyor, Ankara’ya sormak gerekmiyordu. Bütün Köy Enstitülerinde çalışan usta öğreticilerin sayısı yüze yakındır. Bu uygulama ile Köy Enstitüsü öğrencilerinin zamanın çok önemli kişilerinden ders alması sağlanmıştır. Örneğin, İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü’nü bitiren Remzi Taşçı anılarında bu usta öğreticilerden şöyle bahseder:
– Mili oyunlar Köy Enstitülerinde zorunlu derslerdi. Miili oyunlarımızın usta öğreticisi İzmir- Bergama efelerinden Hasan Çakı Efe idi. Çakı Efe derslerde cepken giyerdi, başında fesi ve poşusu vardı. Onun öncülüğünde kızlı erkekli zeybek oyunları öğrenip oynadık.”
Yine Aşık Veysel de Köy Enstitülerinde çalışmış usta öğreticilerden birisidir.”
S.3 Köy Enstitüleri kaç sene sürdü?
Tarihçi Sinan Meydan’ın kaleminden okuyalım:
1946 yılından itibaren Köy Enstitüleri tartışılmaya başlanmıştır. Enstitülerdeki, karma ve her bakımdan çağdaş ve uygulamalı eğitim iç ve dış bazı çevreleri rahatsız etmiştir. İçeride Karşıdevrimin başladığı 1950′lerde Atatürk’ün akılcı,bilimsel, laik ve karma eğitimden geri adım atılması çerçevesinde Halkevleri gibi Köy Enstitüleri kapatılmıştır.
Köy Enstitüleri, eğitimi sadece okulla ve öğrenciyle sınırlandırmayan, eğitimi adeta tüm halka yayıp bir yaşam biçimi haline getiren dünya çapında bir projeydi.
S.4 Köy Enstitüleri kapatılmasaydı kazançlarımız neler
olacaktı?
Tarihçi Sinan Meydan’ın kaleminden okuyalım:
Kültür, sanat, sanayi, tarım, spor, sağlık, kadın erkek eşitliği, kendi gücüyle, kendi
emeğiyle üretme, el birliğiyle, toplumsal dayanışmayla kalkınma gibi geleceğin kalkınma, uygarlaşma modeli olan Köy Enstitüleri eğer 1950′lerde kapanmasaydı bugün Türkiye’de insanları “Allah ile aldatmak” mümkün olmadığı gibi, bugün Türkiye bilimde, sanatta, sporda dünyayla yarışır konumda olur ve tarım başta olmak üzere hiçbir alanda dışa bağımlı hale gelmezdi.
3. ALİ TONGAZ’ın BİYOGRAFİSİ
HAYATI: (1925 – ….)
Isparta’nın Senirkent nahiyesinde dünyaya geldi.
1932- 1936 Yılları arasında Senirkent ilkokulunda okudu.
1937-1938 Yılında ilkokuldan sonra önce terzilik sonra berberlik olmak üzere çıraklık eğitimi aldı.
1939-1944 Yılları arasında GÖNEN KÖY ENSTİTÜSÜ’ünde öğrenim gördü.
06. 11. 1944 Tarihinde Büyükkabaca Köyüne öğretmen olarak atandı.
1946 Yılında evlendi.
1950 Yılında Isparta’nın Küçükkabaca köyüne tayini çıktı.
1953 Yılında askerliğini yedek subay olarak yaptı.
1954 Yılında Aydın Çine kazasının Gölcük köyüne tayin oldu.
1956 Yılında Aydın ilinin Umurlu kazasında göreve başladı.
1964 Yılında Aydın Güzelhisar İlkokulu’na tayini yapıldı.
1970 Yılında Aydın Güzelhisar İlkokulu müdürü oldu.
1971 Yılında Aydın Cumhuriyet İlkokulu Müdürü olarak göreve başladı.
1976 Yılında emekli oldu.
İkisi kız, biri erkek olmak üzere üç çocuk babasıdır:
Suna; Bolu Öğretmen Okulu, İzmir Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü (1Ekim 1947),
Nilüfer; Denizli Kız İlköğretmen Okulu, İzmir Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümü
(20 Ağustos 1951),
Zafer; İnşaat Mühendisi ( 7 Aralık 1953 )
MEHMET ALİ TONGAZ, öğretmen olarak örnek gösterilecek çalışmalar yaptı:
– Çalıştığı köye ilk kez motorlu taşıt getirmeyi başardı.
– Köy odasında köylülerle eğitim sohbetleri yaptı.
– Köylülerin yaşlılarına okuma-yazma dersleri verdi.
– Lojmanın bahçesinde köylüye örnek olacak ekim- dikim vb. tarım çalışmaları yaptı.
– Köyün içine un değirmeni yaptırarak köylüye zaman ve para kazandırdı. Yatırım fikrini yerleştirdi.
– Çalıştığı köylerde halı dokuma kursları açtırarak meslek öğrenimini sağladı. Evlere getirtilen halı tezgâhları ile köylülere gelir kaynağı kazandırdı. Köylülerin üretimci olmaları yolunu açtı.
– 1970 Yılında Aydın Güzelhisar İlkokulu’na ATATÜRK BÜSTÜ yapımını sağladı.
– Askerlik döneminde, askerlerin yer sofrasından masada yemek yeme düzenine geçişi sağladı.
4. MEHMET ALİ TONGAZ İLKOKUL ve SONRAKİ YILLARINI ANLATIYOR
Üç çocuklu bir ailenin evladıyım. Bir kız ve iki erkek olmak üzere üç kardeştik. Ben üç numarayım. Annem ev hanımı, babam ise zabıta memuruydu.
1932 Yılında başladığım ilkokulu 1937-1938 Öğretim Yılında bitirdim. Oturduğum yerde ortaokul yoktu. Isparta’nın Senirkent kazasında yaşıyorduk. Isparta’da okuyabilmek için ev tutmak, oraya gidip gelmek zor işti. Maddi gücümüz olmadığından babam beni ilkokuldan sonra bir terzinin yanına çırak olarak verdi. Çok çabuk terziliği öğrendim. Öğrendim ama, terzi olarak çalışmam mümkün değil. Terzilik için gerekli makinaları alacak gücümüz mü var? Fazla anapara gerektirmeyen bir meslek düşünmeye başladık. Bir an önce bir işim olsun ve para kazanmaya başlayayım diye düşündüğümden vazgeçtim terzi olmaktan. Babam beni bir berberin yanına yerleştirdi. Berberliği de kısa zamanda iyice kavradım. Tamam dedim, artık ben berber olacağım.
Şimdi çok önemli bir anımı anlatmak isterim:
Bizim oralarda evlerin önünde bahçeler vardı. Bahçelerde sebze, meyve ve çiçekler bolca olurdu. Bir gün bir inek, birinin bahçesine girmiş. Bahçenin altını üstüne getirmiş. Tabi komşular da babama şikâyet etmişler. Babam ne yapsın? O da ineği belediyeye götürmüş. İneğin sahibine ceza vermişler.
Aradan birkaç zaman geçince ineğin sahibi belediye başkanı oldu. Kozlar elinde ya?!. Başlamış babama kötü davranmaya. Unutmamış babamın yaptığını. “Bu iş böyle olmayacak! En iyisi mi ben kendim istifamı vereyim.” dedi babam ve meslekten ayrıldı.
Senirkent’te evlerde o zamanlar pamuk ipliğinden bezler dokunurdu. Babam ticarete başladı. O yıllarda arabamız yok. Bir atımız vardı. Atın sırtında malları taşıdı. Burdur’dan iplik getirdi, dokumacılara sattı. Dokunan bezleri geri Burdur’a götürdü pazarladı. Biz de evimizde dokuma yapıyorduk. Ailece ticaretin içindeydik. Babam BEZAL(I)CI olmuştu.
Gönen yolüstü olduğu için Burdur’a gidip gelirken dinlenmek için Gönen’e uğruyordu. Orada konaklıyordu. Gönen köyünde Hindistan’da dört sene birlikte esir kaldığı arkadaşı yaşıyordu. Bir taşla iki kuş vurmuş gibi oluyor; arkadaşıyla buluşuyor, onunla hoş sohbet ediyor, geceyi köyün misafirhanesinde geçirerek ertesi gün için dinlenmiş oluyordu. O misafirhanelere yakın yerlerde, hayvanların kalabileceği ahırlar da olduğu için babama ayrıca kolaylık oluyor, atını oraya teslim ediyor, sabahleyin geri teslim alıyordu.
Bu konaklamalar sırasında Gönen’de bir dükkân kiraladı. Ağabeyim okuyamadığı için ayakkabı tamircisi olmuştu. Gönen’de kunduracıya ihtiyaç olduğunu gören babam, ağabeyimi ayakkabı tamircisi olarak dükkanın ön tarafına yerleştirdi. Aynı dükkânın arka tarafına kendisi için raflar yaptı. Kumaşlarını, ipliklerini oraya yerleştirdi. Oralarda berbere ihtiyaç olduğunu tesbit edince beni de berber olarak dükkânda hizmete başlattı. Böylece aileyi Gönen’e taşımış oldu. Ağabeyim ayakkabı tamircisi, ben berber ve babam da bezal(ı)cı olarak çalışıyorduk.
5. GÖNEN’DE KÖY ENSTİTÜSÜ AÇILMASI ve MEHMET ALİ TONGAZ’ın OKULA BAŞLAMA ÖYKÜSÜ
Biz Gönen’e taşındığımızda Gönen’de Köy Enstitüsü açılacağı söylentilerini duymaya başladık. Köy Enstitüsü açma çalışmalarının yapıldığı söylentileri köylüler arasında konuşulmaya başlandı zamanla. Bakanlık okul müdürünü, müdür yardımcısını Gönen’e göndermişti. Onlar okula gelecek öğrencileri arıyorlar bir yandan da boş büyük bir arazi nerede var onu araştırıyorlardı. Bu arada geniş bozkır (200-300 dönüm kadar) bir araziyi köylü ile anlaşarak köylülerden hibe olarak aldılar. Araziye binalar yapılacak, boş kalan yerde uygulamalı tarım çalışmaları yapılacaktı.
Köylüler köyde bulunan iki ilkokuldan birini Köy Enstitüsü için geçici olarak verdiler. Henüz okul binası yapılmadığı için köy okulunda toplanan öğrencilerle derslere başladılar. Okulun bir bölümünde ders yapılıyordu. Diğer bölümü yatakhane idi. Binanın birinci katını dershane, ikinci katını ise yatakhane olarak düzenlediler. Camiyi de yemekhane olarak kullanıyorlardı. Böylece Gönen Köy Enstitüsü açılmış oluyordu.
Okula kaydı yapılan öğrencilere okul kıyafetleri verilmişti. Öğrenciler bu kıyafetleri ve yeni ayakkabıları ile köyün meydanında dolaşmayı çok seviyorlardı. Gezerlerken bizim dükkâna da uğruyorlar ve bana ‘’sen de gel, bizim okulda öğrenci ol, bizim gibi sende okulun talebesi ol’’ diyorlardı. Ayakkabılarını boyamamı istiyorlardı. Onların ayakkabılarını boyuyordum. Onları görünce içim içime sığmıyor, okula kaydımı yaptırmak istiyordum. Ah! o günlerden hiç fotoğrafım yok! Bir fotoğraf makinası alacak param yoktu ki! Öğretmen olduktan sonra da alamadım. O günlerde fotoğraf makinası almak herkesin harcı değildi. Bu yüzden hiç fotoğrafım yok ne yazık ki…
Ben, o talebeleri görerek iç geçirip dururken dükkânımıza bir beyefendi geldi. Tıraş oldu, ayakkabısını boyadım. Okul Müdür Muavini Ahmet Korkut Bey imiş. Sohbete başladık:
– Sen ilkokulu bitirdin mi?
– Evet, bitirdim.
– Sen de okula gelmek ister misin? Seni Gönen Köy Enstitüsüne öğrenci olarak alalım mı?
– Çok isterim, ama ben belediye teşkilâtı olan bir yerin çocuğuyum. Okula köy çocukları alınmıyor mu?
– Sen istersen seni okula aldırırım.
– Gerçi ben köy çocuğu değilim, ama en az bir köylü çocuğu kadar her işi anlarım ve yaparım.
– Seni okula alacağım ama bir şartım var.
– Nedir şartınız?
– Okulumuzun berberi oluncaya kadar bütün öğrencilerin tıraşını sen yapacaksın.
– Tabi yaparım, hem de sürekli yaparım.
Aradan birkaç gün geçmişti, okulun hademesi ve birkaç kişi beni aramaya çıkmışlar. Çarşıdaki bakkalda buldular, hademe:
– Okul Müdür yardımcısı Ahmet Korkut Bey, seni sordu. Komşu olduğumuzu seni bulabileceğimi söyledim. Bulamayınca çarşıda aradık. Gözün aydın!
– Köy Enstitüsüne mi başlayacağım?
– Evet. Eğridir, Karaağaç, Sütçüler kazalarının çocukları, havalar soğuk olduğu için gelememişler. Onların yerine yakın çevrelerden, Gönen’de oturanlardan öğrenciler arıyorlar. On yedi (17) kadar öğrenci bulmuşlar. Sen de onlarla birlikte sınava gireceksin.
Sevinçten göklere uçacak gibiydim. Hep birlikte okula gittik. Diğer çocuklarla birlikte bizi bir odaya aldılar. Bir çocuk tahtaya soruları yazdı. Elimize birer kâğıt, kalem verdiler. Klasik usulle soruları yanıtladık. Salondan en önce ben çıkmışım. Müdür Muavini Ahmet Korkut Bey almıştı elimden sınav kâğıdını. İçimde bir korku belirdi; ” Eyvah! Kazanamadım galiba.” dedim. O ara Muhtarın oğlu da çıktı, yüzü gülüyordu. Onu görünce de sevindim. “Tamam, kazandık.” dedim. Çünkü bizim muhtarın oğlu ile birlikte çalışmıştık. Sık sık beraberliğimiz de olurdu. Komşumuzdular aynı zamanda. Gerçekten de kazanmışım! On yedi (17 ) çocuktan yedi kişi kazanmışız.
Kazananları topladılar, bir odaya götürdüler. Okul kıyafetlerimizi, postallarımızı dağıttılar. Erkek elbisesi yetmeyince bana kız öğrencilerin giydiği tulumlardan birini verdiler. Hepimiz çok heyecanlı ve sevinçliydik. O elbiseleri, ayakkabıları giyerken yaşadığımız sevinci nasıl anlatabilirim ki?!. Çok hem de çok mutluyduk. Böylece 1939-1940 Öğretim yılında ilk defa açılan Gönen Köy Enstitüsü öğrencilerinden olmuştum.
Neredeyse tüm Anadolu’nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği göz önüne alınarak, dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün himayesinde, Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç’un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kurulan bu okullarda yetişen ilk öğrencilerden oldum.
İsmail Hakkı Tonguç (1893 – 24 Haziran 1960), eğitim bilimci, köy enstitülerinin mimarı ve dönemin İlköğretim Genel Müdürü idi.
1939-1940 Öğretim yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Enstitüleri açıldı. Türkiye genelinde yirmi bir (21) bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Seçilen şehirlerden uzak, ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli arazilerde açılmıştı.
Enstitülerde yetişen öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de modern ve ilmî tarım tekniklerini öğretecekti.
Öğretmenler gittiği yörelerde bilinmeyen tarım türlerini köylülere öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %50’lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi.
6. MEHMET ALİ TONGAZ’ın BEŞ YILLIK GÖNEN KÖY
ENSTİTÜSÜ’ndeki OKUL ANILARI
1939- 1940 Öğretim yılında ilk defa açılan Gönen Köy Enstitüsü’nde beş yıl okuduk. Daha sonraları altı yıl öğretim süresine geçen Köy Enstitüleri için benim gibi olan öğretmenleri eğitim seminerine çağırdılar. Bir yaz döneminde iki aylık bir eğitim gördük. Askerliğimizi bu eğitim sonrası yedek subay olarak yapma hakını da elde etmiş oluyorduk.
Okulda hem ders hem iş yapıyorduk. Öğrenciler, kendi ön bilgi ve becerilerine göre sınıflara ayrılmıştı. Dokumacılık, yapıcılık, marangozluk ve demircilik olmak üzere dersleri görmeye başladık. Ben yapıcılık olan inşaat bölümüne girdim. Daha sonra dokumacılık bölümü açılınca oraya da kaydımı yaptırdım. Dokumacılık hakkında önceden birikimim olduğu için oraya da aldılar. Yapıcılık bölümünde boş olduğum zamanlar dokumacılık bölümüne katılıyordum.
Dokumacılık bölümünde pamuktan, yünden bezler dokuduk. Onları ütüledik, tam bir kumaş haline getirdik. Okul müdürümüz dokuduğumuz kumaşlardan kendisine golf pantolon ve ceket diktirdi. O kıyafeti ile Ankara’ya Bakanlığımıza gitti. Öğrencilerinin ürettiklerini göstererek, okulumuzun başarısını göstermiş oldu.
Aydınlanma için henüz elektrik yoktu. Geçici olarak bulunduğumuz ilkokul binasında, önceleri aydınlanmada gemici feneri ve lüksleri kullandık. Bu lambaların temizlenmesi, bakımı hepsi biz öğrenciler tarafından yapılıyordu.
İlk yıllarda ortaokulda hangi dersler okunuyorsa onların hepsini sabahtan olan derslerde öğreniyorduk. Lise derslerini daha sonraki sınıflarda verdiler. Derslere başlamadan önce her sabah okul bahçesinde nöbetçi öğretmen ve tüm okul öğrencileri ile birlikte folklor çalışmaları yapıyorduk. Cumartesi ve pazartesi günleri ise İstiklal Marşımızı yine topluca okul bahçemizde seslendiriyorduk.
Sabahları okul binasında teorik derslerle olan eğitim ve öğretim sonrası, öğleden sonraları bozkırdaki araziye giderek asıl okul binamızın inşası için çalışıyorduk. Öğleye kadar teorik olan dersler, öğleden sonra uygulamalı bahçe, atölye, bina yapımı, demircilik gibi işleri oluyordu. Yaparak Yaşayarak Öğrenmenin tamamen uygulandığı bir okul sistemi idi. Derslerde öğrendiklerimizi uygulama yaparken daha iyi kavrıyor ve gittikçe ustalaşıyorduk.
İleriki sınıflarda meslek formasyon derslerini verdiler. Lise Müfredat programında olan derslere de bu dönemde ağırlık veriliyordu. Böylece köy öğretmeni olarak hem bilgi hem beceri hem pedagojik formasyon almış öğretmen adayları olarak yetiştirilmiş oluyorduk.
Sabahları okul binasında teorik derslerle olan eğitim ve öğretim sonrası, öğleden sonraları bozkırdaki araziye giderek asıl okul binamızın inşası için çalışıyorduk.
O zamanlar bizim oralarda araba yok. Taşımacılıkta merkepler var. Okul binasının yapımı için tuğlayı uzaklardan getirmek çok pahalıya mal olacağından, okul idaresi bir tuğla ustası buldu. Tuğla ustası bize nasıl yapılacağını gösteriyor, bizler çamuru karıyor, usta ne diyorsa onun istediği gibi tuğlaları hep birlikte işliyor, pişiriyor ve uygun yerlere yığıyorduk. Beş öğretim yılında altı yedi kadar binanın inşasını öğrenciler-öğretmenler hep birlikte bitirmiştik.
Okulumuzda doksan dört öğrenciydik. Başlangıçta dört beş kız öğrenci vardı. Sonraları altı yedi kadar oldular. Aileler kız çocuklarını göndermedikleri için kız öğrenciler azınlıkta idi. Daha sonraki yıllarda bu okullardaki kız öğrencilerin sayılarının oldukça fazlalaşma gösterdiğini gördük. Kız öğrenciler pratikte daha çok dikiş nakış dersleri görüyorlardı.
İki sene sonra öğretmenler ve öğrenciler iş birliği ile yaptığımız binalara taşındık. Artık kendi ellerimizle inşa ettiğimiz binalarda konaklıyor ve dershanelerde ders görüyor, öğleden sonraları ise uygulamalı dersler için araziye dağılıyorduk. O günlerin heyecanını şimdi şu an bile yaşıyorum. İnsanın kendi ürettiğini yemesi ne büyük tat verir bilir misiniz? Kendi elleriyle inşa ettiği bir odada yatması kalkması ne büyük huzur verir anlayabilir misiniz? Koskoca bir eğitim ordusu gibiydik. Öğretmenlerinden öğrencilerine hepimiz birer nefer gibi çalıştık. Eserlerimizin seyrine daldık bittiğinde. Çok mutlu ve huzurluyduk. Öğretmen olarak köy okullarına dağılacağımız günlerin sevincini bilerek ve anlayarak yaşadık. Köylerimize aydınlığı taşıyacaktık. Bu yaşımda o günlerin heyecanını, mutluluğunu iliklerimde yaşıyorum. Şu andaki ruh halimi görebiliyor musunuz?
Her dalın bir öğretmeni vardı. Öğretmenlerimiz heyecanlı, çok istekli, sevinçli idiler. Hepsi bakanlığımız tarafından atanmışlardı. Kimileri köyden birer ev kiraladılar, aileleriyle o evlerde kaldılar. Bazıları okul binamızda bizlerle birlikte konakladılar.
Öğretmenlerimiz tabi ki meslekli, becerikli idiler. Herkes kendi dalında uzmandı, ama insan uygulama yaparken öğrenme devam ediyor. Hem öğretmenlerimiz hem biz öğrenciler çalıştıkça yeni bilgiler üretiyorduk. Hepimiz yaratıcı yönlerimizi geliştirmiş oluyorduk. Bazen hiç bilmediğimiz bir konuda yeni fikirler üretip, onları uygulayabiliyorduk. Bireysel katılım, düşünme, düşünerek yaratma ve yenilikleri hep birlikte paylaşarak uygulamaya koymak bir başka haz veriyordu hepimize.
Tuğlaların taşınması ile ilgili kısmını anlatmak isterim:
Tuğlalar arazinin belli bir bölümünde yapılıp bittiğinde onları inşası yapılacak binanın yanına taşıyacak araçlarımız yoktu o zamanlar. Öğretmenlerimizle birlikte onun da çözümünü bulmuştuk. Tuğlaların olduğu yerden binanın yapıldığı yere kadar tek sıra olduk. Elden ele vererek bütün tuğlaları binanın inşası olan yere taşıdık. Aradaki mesafe bir bir buçuk kilometreye yakındı.
Binanın kaba inşaatı bitince kurumasını bekliyor, kuruyunca sıvasını yapıyorduk. Sıva kuruyunca badanasını, boyasını bitiriyorduk. Bina kuruyunca taşınıyorduk. Tüm bu işleri yaparken her seferinde bir başka kolaylığı öğreniyor, birbirimizi uyarıyor, yeni yeni faydalı çalışmalar yapıyorduk. Böylece yaptığımız işler çok verimli oluyordu. Herkes birbirinin hem öğretmeni hem öğrencisi gibiydi. Öğretmen ve öğrencilerin birlikteliği tek vücut gibi çalışmamızı sağlıyordu. Sonuçta tümden mutlu oluyorduk eserlerimizle.
Cumartesi günleri sınıf eğlence programları oluyordu. Her hafta sonu bir başka sınıfın gecesi oluyor, böylece kültürel bilgi ve becerimiz artıyor, sanat dallarına ilgimiz çoğalıyordu.
Köy Enstitülerinde tüm bayramlarımızı kutluyorduk hem de köylülerimizle birlikte. Milli ve Dini bayramlarımızı büyük bir heyecan ve milli duygularla yaşıyorduk. Bu okullara atılan iftiralar yersiz ve yalandı. Bir iki kişinin yaptığı hatalar bütün bir okul sistemine yamanmak istendi. Aslında arkasında yatan asıl gerçekler başkaydı. Bu gerçekleri öğretmen olarak çalıştığım yıllarda ve Demokrat Parti zamanında daha iyi anladım. Daha sonra bunları maddeler halinde anlatacağım.
Hiç unutamadığım SIPA öyküsü de şöyle:
Gönen Köy Enstitüsü binasının inşasını yapıyorduk. İşler çabuk bitsin diye diğer bölümlerden öğrencileri de yanımıza vermişlerdi. Kimisi demirci, kimisi marangoz, kimisi dokumacı bölümünde olan öğrenciler katıldı aramıza. Başımızda hem yapıcı ustaları hem de inşaat bölümü öğretmenlerimiz vardı.
Birinci katın duvarı bitmiş, ikinci kata yetişebilmek için iskele kurmamız gerekliydi. İnşaat bölümü öğretmenimiz Ahmet Söğütdalı, demircilik bölümünden gelen arkadaşımız Ali’ye seslendi:
– Oğlum Ali, git bize bir sıpa al getir.
– Tamam öğretmenim.
Okul bahçemizin aşağı tarafındaki boş arazide bir merkebimiz otluyordu. Ali hemen o tarafa yöneldi. Koşa koşa eşeğin yanına gitti. Biraz sonra eşeğin yuları elinde, eşekle geri döndü.
– Buyurun öğretmenim, sıpayı getirdim.
Arkadaşımız Ali sıpayı almaya gittiğinde durumu anlamıştım. Yapıcı bölümünde okuyan öğrencilerin hepsi sıpanın ne olduğunu biliyorlardı. Bilmeyenlere ben izah ettim. Başladı herkes kıs kıs gülmeye. Ali, eşeğin yuları elinde eşekle dönünce kahkahalar ortalığı çınlattı.
Öğretmenimiz:
– Oğlum Ali, bu sıpa değil ki! Senden inşaat sıpasını istedim.
O gün bugün aklıma Ali arkadaşımız gelince başlarım gülmeye. Bir yandan da düşünürüm derin derin; her işin bir uzmanı olmalı derim.
7. MEHMET ALİ TONGAZ ve ÖĞRETMEN OLARAK ÇALIŞTIĞI İLK YIL
Böylesi güzel bir eğitim ve öğretimi alarak beş yılı bitirdik.
Okul müdürümüz ve Milli Eğitim Müdürümüz, mezun olan bizlere çalışacağımız köyleri bildirdiler.
Belediye teşkilatı olan bir yerden geldiğim için, beni bir başka köye verdiler. Sistem olarak mezun olan öğrenciler geldikleri köylere gönderiliyordu. Beni Isparta’nın Büyükkabaca köyüne verdiler. Mezun olan öğrenciler geldikleri Isparta, Burdur, Denizli illerin kendi köylerine öğretmen olarak gönderildiler.
Köye geldik. Büyükkabaca küyünde 397 hane vardı. Büyük, beş dershaneli okula beş öğretmen tayin etmişlerdi. Bunlardan birisi eğitmen, diğerleri Köy Enstitüsü mezunu olan genç öğretmenlerdik.
Eğitmen öğretmen 1. Sınıfı aldı. Ben 3. Sınıfı aldım. Diğerleri diğer sınıfları paylaştılar.
Aynı zamanda köyde öğretmen evlerinin inşası yapılıyordu. Bu evleri köylüler imece usulü ile yapıyorlardı. İnşaatta sırayla çalıştıkları için, çalışacak olanlar o gün tarlasına, kendi işine gidemiyordu. Bu yüzden köylüler yavaş yavaş öğretmenlere kızmaya başlamışlardı. Eğitim ve öğretimin onlara getireceği kazançlardan henüz haberleri yoktu. Onların kızmalarına aldırmıyor, işimize devam ediyorduk. Sonunda öğretmen evleri bitti ve bizler oraya taşındık.
Sabahtan okulun dershanelerinde derslerimizi veriyor, öğleden sonra öğrencilerimizle okul bahçesinde uygulama dersleri yapıyorduk. Ders kitaplarını satan kırtasiyeciler vardı. Okul araç ve gereçlerini oralardan alıyorduk. Parasını köylü kendisi veriyordu. Ders kitapları Milli Eğitimin hazırladığı kitaplardı tabi.
Yamuk yumuk olan bahçe duvarımız vardı. Taşını, toprağını taşıdık. Harcını kardık. Okulun bahçe duvarını baştan sona öğrencilerimizle hep birlikte bitirdik. Bahçemize badem ağaçları diktik. Asma yetiştirdik. Sebzeler ektik. Ürün zamanı öğrencilerimizle birlikte seve seve, tadını çıkara çıkara tükettik.
Akşamları yetişkinlere köy odasında okuma yazma kursları veriyordum. Günlerimi ve gecelerimi; köyümüz daha iyi yere nasıl gelir, köylümüz nasıl daha çabuk aydınlanır diye düşünerek geçiriyor, yeni fikirler üretiyordum.