Serindi hava. Ege caddesinden yürüdüm bu sefer. Serin de olsa yürümeli insan, deyip sağı solu gözlüyordum. Havaların dengesizliğinden; sanki bahar gelmiş gibi yanılgılara düşmüş çiçekler de gördüm bir sürü. Ege caddesinden yürüdüm, dedim fakat kafanızda her yan ev, apartman canlanmasın; ara ara, tarla niteliğinde arsalar da var hâlâ.
Açmışlar çiçekler, fakat sonra soğuğu görünce biraz şaşırmışlar. Sarı çiçekler vardı çoğunlukla.
İnsanın gönlünü de tek bir çiçeğe benzetmenin doğru olup olmadığını sordum kendime. Bir bahçe benzetimi daha doğru olurdu, gönül için.
Gönül kelimesi sadece kalp ile açıklanan bir şey değil. Şey var; evet, bir kalp var fakat sanki kalbin başka mekanlara açılan pencereleri, uzak bakışları veya yakından uzağa bakışları, başka kalplerle birlikteliğine, bir bütün olarak baktığımızda ona gönül deniyor, dedim kendime.
Her insan evladı gibi gökyüzüne bakarım… Ne kadar uçsuz bucaksız ki ilmi keşiflerin akli melekelerimizi daha da genişletmesi sonucu, bu bahsolunan uçsuz bucaksızlık, zerrenin zerresinde bir şey gibi kalıyor. Sonsuz büyük ile sonsuz küçük kavramlarının bir gönülde seyri biraz da olsa mümkün hale geliyor. Kısacası; bir gökyüzü ne kadar uçsuz bucaksız fakat bir o kadar da gönüle rahat dolası. Ne taşması var ne de azlığı.
Şaman davullarında bir figür vardır. İnsan, kollarını yere paralel açmış. Omzundan aşağısı yerin altı, omzundan yukarısı gök, evren.
Kimisi göğe bakar kimisi yeri kazar. Herkes mutlaka mekanını yapar.
…
Şu kirli işler, gönlümü bulandırıyor hep. Bazen arada bir, bazen belli sıklıkla kendime ve dolaya pervasızca dediğim şeyleri tekrar ve güncelleyip deyiyorum.
Denize yakın bir koya indim. Biraz dinlenmek için. Vardım 2.koya. İnsanlar, köpekler, çocuklar farklı bir huzur içindeler. Mekanlar çabuk değiştirir insanın gönlünü. Ferahlandırır veya islendirir veya ağır kasvetlendirir.
Panayırın yanından geçip tekrar yukarı çıkacaktım, Atatürk caddesinden. Orada da biraz devam etti gönül bulantısı. Allahtan bir gökyüzümüz var da nefesimiz de var. Gök de olmasaydı tam bir cehennem olurdu.
15 Temmuz‘dan önce bu aşağılar, bu cadde üzeri ciks-lüks kafeler, bistrolar şey kaynardı; Kürt demeyeyim de insanlar alınmasın; Kürtçü barzolar kaynardı. 15 Temmuz‘dan sonra milli faşist barzolarımız kaynamaya başladı.
Suç, el değiştirdi yani. Eve doğru yürürken, dedim kendi kendime; yani, şimdi suç örgütlerimiz millileşti diye kendimi daha mı rahat hissetmeliyim?…
Didim, suç cennetidir.
Okuyucuya ek not :
Atasözü olacak bir sözü sizlerle paylaşmak isterim: Domuzun cenneti b.k çukurudur.
Evet. Didim suç cennetidir. Şu son 7-8 yılda değişen tek şey, suç örgütlerimizin millileşmesidir. Ben açık açık söylüyorum: bu işin membağı kendine milliyetçi diyen teşkilatlardır.
Ama yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim. Kürt mafyası dediğimiz mafya da birlik beraberlik halinde hala var.
Arada bir uğradığım birkaç tütüncü var. Buradakilerin çoğu Alevi tütüncüler. Alevi dememin sebebi tüm Alevileri kötülemek değil. Başka bir şey demeye çalışıyorum… Tütüncülerin birinde oturuyorum… Lan, ikidir, üçtür, dörttür… bir siyah minibüslü yanaşıp duruyor…
Oturmalarımın birinde, bu minibüs sahibi zaten içerideydi. Sohbete koyulduk. (Fakir edebiyatı yapmasına rağmen lüks minibüs aklımı kurcalayıp durdu.) Ben kara paradan, aklama yöntemlerinden bahsetmeye başlayınca oldukça dikkatli dinlemeye başladılar…
Tüm detaylarıyla anlattım… İsimler vererek de anlattım. Koin borsaları, kumar siteleri, burada yani Didim’de gezip duran ülkücü Abidin gibi tiplerin yöntemleri, kürtçü taklidi yapıp eski özel harekatçılarla yatıp kalkanlar, 3-4 ayda aniden zenginleşenler… Bir sürü şey anlatıp durdum…
Tütüncü sahibi masanın arkasında, bir de Zülfikar resmi asılı tepesinde. Karşımda oturan 25-26 yaşlarında genç kişi…
Sonra kalktım ayağa, içimden dedim, Allah belanızı versin!
…