Kapının zili, kulağına yabani hayvan sesi gibi geldi. Bir an irkildi ve kapıya yürüdü. İkinci çalınışıyla kendine geldi ve sürgüsünü çekti.
Kapıya gelen, delikanlıyı tanımadı. Delikanlı elindeki paketi bırakırken, “Bakkal gönderdi,” dedi. Yaşlı amca eğildi paketi tutamadı, elleri titredi. Yüzü sarardı ve başı döndü. Delikanlıya teşekkür etti. Delikanlı da paketi kaldırdı ve eline verdi. Delikanlıya teşekkür etti. Delikanlı da ona iyi günler diyerek ayrıldı.
Pakette yiyecek vardı. Yaşlı amcanın, gözleri katarakt başlamıştı. Taş ocağında çalışmaya başladıktan sonra her şey üst üste gelmişti. Büyük selde yitirmişti ana, baba ve iki kardeşini. O günden sonra çalışmayı bırakmış ve bahçede uğraşır olmuştu.
Büyük selden sonra algılama kabiliyetini de yitirmişti. Acı içindeydi fakat duyuları hiçbir şey hissetmez olmuştu. Çile çektiğinin bile farkına varmıyordu. Bazı günler, çocuk gibi pencerenin önünden ayrılmaz olmuş, bakar kör gibiydi.
Yıllarca taş ocağında toz yuttum, beynimi toza gömdüm ve çamur oldum, diyordu. Toz ve çamur olmuştu beyni, kimseye bir şey söylemez. Salatalıklarını koparanın yanına gider, neden az koparttın diye kendi kopardığını da ona verirdi.
Bahçesinde sebze ve meyve her şey vardı. Almak serbestti. Almazsan kızar, günah siz de yiyin derdi. Meyvelerini toplar ve mahalleye dağıtırdı. Komşunun çocuğu meyveleri çarşıya götürüp dağıtalım dediğinde sevinmişti. Maçtaki seyircilere dağıtmıştı. Başka bir zaman okul çocuklarına vermişti.
Öğle üzeri kapı vurulduğunda uyuyordu. Aniden uyanınca bir süre dalgın kaldı. Yavaştan kalktı ve kapıyı açtı. Karşısındakiler, tanıdın mı? dediler. Bakıp kaldı ve zamandan habersiz olduğu için tanımadığı hâlde güldü. “Elma ve mandalinaları dağıttım” dedi. Beynindeki sis perdesi aralanmamıştı. İlaçlarını da düzenli kullanamıyordu.
Bahçenin kenarında oturdular. Taş ocağının tozu beynini sis gibi kaplamış olan ağabeyi, bahçeye baktı hepsini ben diktim dedi. Sebzeleri verdim, dedi. Su istedi ve ekmek olsa yerim dedi.
Ona baktı ve “Küçük kız kardeşinim,” dedi. Ağabeyi güldü, “Güzel meyveler de var,” dedi. Kız kardeşi ağladı. Beyi ona üzülmemesini söyledi. “Bunu da böyle kabul edeceğiz,” dedi.
Kız kardeşi mahalleden iki kadın aldı ve evi temizlediler. Eşyalarını eve yıktılar. Beyi emekli olmuş ve köye geri dönmüştü. Komşuları durumu günü gününe bildiriyormuş. Kız kardeşi eve yerleştikten sonra, ağabeyi daha iyi oldu. İlaçlarını düzenli kullanıyordu.
Ağabeyi karpuzu yerken, daldan mı? diye sordu. Bir karpuza yakınını yedi. Çok zayıftı, ciğerlerindeki tozu atamıyormuş. İlaçlar fayda etmeye başlayınca olayları hatırlamaya başladı. Büyük selin dere yatağında ana, baba ve kardeşini nasıl yok ettiğini anlattı. Kardeşi seni kim yediriyor, diye sorunca “Mahalle” dedi.
Mahalleli fındığını da toplar, satar ve para birinde dururdu. Oradan harcanırdı.
Yaşananlar sıradan görülüyordu ama çok zor problemlerdi. Onunla uğraşmak kolaydı, çünkü sesi çıkmaz, problemini bilemezdi. Eli kesilse dahi duymazdı. Duygusal zekâ merkezi mi sis içinde diyordu kardeşi.
Kardeşinin gelmesiyle daha çok bahçede kalmaya başladı. Onu doktora götürdüler. Şehirde tanıdıkları vardı. Doktor, ilaçları düzenli kullanırsa, hiçbir şeyi kalmayacak dediğinde sevinmişlerdi.
Bir gün taş ocağının yanına gitmiş, kopan taş parçalarından biri kafatasına denk gelmişti.
Ağabeyin ölümü, köyü ve çarşıyı yasa boğmuştu. Her gelen sebzemi meyvemi verirdi. Almazsan ağlardı. Biri ikisi değil hepsine nasıl sebze ve meyve yetiştirirdi. Olayı kimse çözememişti. Çünkü, bahçede olmayan, meyveyi de dağıtıyordu.
Ağabeyin ölümüyle köy sebze ve meyvesiz kalmıştı.