Milli Strateji ve Küresel Strateji
Strateji ve Milli Strateji kavramları ehlince her zaman bilinen ve üzerine durulan kavramlar olmasına karşın bu kavramların herkesin diline pelesenk olması yakın bir dönemdeki değişim zamanına denk gelir.
Bu değişim; küresel dalganın, ulusal sınırları yıkıcı bir etkiyle bertaraf ederek ülkemizin dinamiklerine hâkim olmaya başladığı 2000–2001 Ekonomik Krizleri sonrasında Türkiye’de el değiştiren iktidarın hükümete başlama zamanıyla aynı günlere denk düşmektedir.
2002 yılının sonlarında hükümete gelen ekibin uluslar arası çevrelerle olan akitlerinin bir sonucu olarak Türkiye kısa süre içerisinde bir değişim ve zorlayıcı dönüşüm içerisine sokularak ekonomik, sosyal, siyasal, idari alanlar ve kurumsal dinamikler kökünden ve hegemon güçlerin reçeteleri doğrultusunda yeniden tasarlanmaya başlanmıştır.
İşte strateji kavramı tam da bu dönemde günlük hayata girmiştir.
Çünkü batıda son 20 yıldır uygulanmakta olan kamusal dönüşümün Türkiye’de sağlanabilmesi için yasal zeminin yokluğu ABD’nin kamu yönetimi anlayışı ve AB Uyum Yasalarının öngörüleri doğrultusunda “Stratejik Planlama ve Strateji Geliştirme Birimleri” diye iki kavram yasal dayanaklarla hem günlük hayatımıza hem de devletin bürokratik ve kurumsal yapısına girmiştir.
Yeni getirilen stratejik planlama anlayışına ve bunun kamu yönetim yapısı üzerinde yarattığı dönüşüme girmeden önce Türkiye’nin tarihsel nitelikli stratejilerine ve günümüzde bunların karşılığı olan anlayışlara kısaca değinmek gerekir.
İmparatorluk içinde yetişen bir nesil olarak 1920–50 arasının tüm yöneticileri[1][i] koca bir imparatorluğun hem dağılma sürecini yaşamışlar hem de dağılmanın sebeplerinden yola çıkarak daha dik ve daha sağlam bir ulus ve devleti nasıl yaratırız çabası içinde olmuşlardır.
Bu dönemin kadrolarının en çok öne çıkan özelliği hemen hemen her şeyde bir millilik aramalarıydı. Çünkü birinci Dünya Savaşı, içerde üretilemeyen teçhizat ve ikmal malzemelerinin yokluğu ve kıtlığı ile kaybedilmiş, aynı zamanda savaş aslında imparatorluğun sahip olduğu ama kullanamadığı şeyler üzerine çıkmıştır. Bunun bilincinde olarak bu dönemin kadroları ihtiyaç duyulan her şeyi içerde üretme ve var etme anlayışını öne çıkarmışlardır.
Ayrıca batının modern ve teknik ilerlemesinin temelleri kabul edilen sanayiler kurulmaya çalışılmış bu konuda masraftan hiçbir şekilde kaçınılmamıştır.
Bugün Türkiye’de yok edilen ne kadar önemli şey varsa bunların hepsi “Kuruluş Dönemi”’nde ortaya konan ve o günlerin yokluğunda ama kimseye boyun eğmeden uygulamaya konan temel stratejilerdir.
İstikbali göklerde aramak, güçlü bir demir çelik sanayisi kurmak, stratejik madenleri üretmek ve işlemek, linyitten benzin üretme gayreti, tekstil sanayisinin daha 1930’larda kurulması, toplumsal tabanı olan bir bankacılık sisteminin yaratılması, 1929 Krizi’ne rağmen dünyanın en hızlı büyüyen üçüncü ekonomisi olmak gibi başarılar bir stratejik dehanın o günlerden günümüze kalan tarihsel imzasıdır/anekdotlarıdır.
Günümüzün stratejisi ise küresel stratejilerin ülkemizde bir uzantısı olarak “babalar gibi satmak[1][ii]”tır.
İkisi de güçlü birer stratejidir. Birincisi yoktan var eden milli bir strateji ve akıldır. İkincisi ise bir devleti ve toplumu kendi boyunduruğuna almayı becerebilen bir yabancı/dış stratejidir.
Birincisi bir “Milli Strateji”dir, ikincisi ise küresel dalganın sınırlarımızı aşıp bizi dalgalı denizlere sürükleyen “Hegemon Stratejisi”dir. Her şeyi kendi tekelinde toplayan dünyanın kaynaklarını ve refahını kendi merkezine toplayan “Merkantil[1][iii]” bir anlayışın modern hatta post modern stratejilerinin bir parçasıdır.
Her ne kadar ulus ötesi bir çağın teknik ve kültürel kodları ile ahlaki, moral, kültürel, sosyo-ekonomik ve teknolojik yeniliklerin ve değişimlerin ürünü post modern bir topluma dönüşüyor olsak da tartıştığımız konunun “millilik” boyutuna da değinmek gerekir.
Çünkü literatürdeki kavramların büyük çoğunluğunun “new age” (yeni çağ) kodlarıyla anlam kaymasına uğradığı günümüzde tüm toplumu kapsayıcı stratejilerin “millilik” boyutunun olmaması o stratejileri toplumun yapısından uzağa düşürür. Bu da ister istemez o stratejinin “o topluma mı ya da söz konusu strateji ve benzerlerini o topluma dayatan başkalarına mı hizmet ettiği” sorununu gündeme getirir. Bu bakımdan toplumun kaderini ve onu ayakta tutan ana dinamiklerini ilgilendiren strateji ve benzer kavramların bir “milli boyut” taşıması kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Çünkü toplumun tümünü ilgilendiren strateji ve benzeri kavramların “milli olma zorunluluğu” toplumun ila nihai bekası ile ilgilidir. Eğer ki böylesi bir millilik niteliği taşımıyorsa o strateji ve içeriği o toplumun hamurunda bozulmalar yaratır hem de toplumu daha da geriye götürür.
Günümüzün moda bir kavramı olan strateji, tarihsel serüveni içinde “milletlerin savaşta ve barışta” topyekün milletin/toplumun âli menfaatlerini geliştirmeyi amaçlayan çabalardır. Ama artık strateji kavramı gittikçe mikro ölçekli olaylara adapte edilerek kelimenin doğasında saklı olan “millilik, milli ruh ve şuur, milli ülküler” gibi kavramlarla arasındaki mesafe açılmaktadır.
[1][i] 1950’de yaşanan değişim ile iktidarı ele alan ekibin büyük kısmı savaş görmemiş, savaşanların yarattığı güven ortamında onlara nazaran daha huzurlu büyümüş bir nesildir. Bu yüzden halefler ile seleflerin kaygılarının ortak olmaması anlaşılır bir durumdur. Öncekiler devletin stratejik hedeflerine odaklanmışken sonrakiler düşledikleri “Küçük Amerika”nın milyonerlerini yaratma hayaline odaklanmışlardır.
[1][ii] Vurgu bana ait değildir. Maliye eski Bakanı Kemal Unakıtan’ın kendi ifadesidir.
[1][iii] Merkantilizm bilindiği gibi 14–15. yüzyıllarda ortaya çıkmış ve dünyanın altın, gümüş gibi kıymetli maden zenginliklerinin merkeze (Avrupa’ya) taşınmasını felsefe edinmiş sömürgeci ve kan dökücü bir zihniyettir. Aynı zihniyet o gün bugün Demokrasi kılıfının altında “İncil ve yoksulluk” götürüp o ülkenin ve toplumun refahını kendi ülkesine taşımaktadır.