Türkiye’nin Irak Kürt yönetim bölgesindeki Kandil dağlarında bulunan kamplarına karşı 18 Ağustos’ta başlattığı hava operasyonuyla birlikte yeniden 1990’lı yıllara mı dönüyoruz sorusu hatta kaygısı ortaya çıktı. 1990-1995 arasında Türkiye, PKK’ya karşı ciddi bir savaş vermiş bu savaş PKK silahlı kanadının önemli ölçüde etkisiz hale gelmesiyle ve nihayet Öcalan’ın 14 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi ile sonuçlanmıştı. Ancak bu sonuç ortaya çıkıncaya kadar pek çok insani dramlar yaşanmıştı. Şimdi aynı dramların tekrarlanabileceği ihtimali ister istemez bir kaygıya yol açmaktadır.
PKK varlığı bu güne kadar nasıl gelmiştir? Nedense bu soruya cevap arayan bazı kimseler yüz yıl öncesinden İttihat Terakki Cemiyeti (İTC) ve tek parti döneminin haksız baskıcı acımasız yanlışlarından söz açmaktadır. PKK’yı da bütün bu yanlışların bir sonucu olarak görmektedir. Eğer bu görüş doğru kabul edilirse bir defa PKK varlığı meşru bir zemine dayanmış olur. Ki bir insanın PKK varlığını meşru sayması için kendi aklıyla vicdanıyla sorunlu olması icap eder. Ancak bunun reddedilmesi de tek parti döneminin yanlışlarının sahiplenilmesini asla gerektirmez. İki tutum arasındaki farkın izah edilmesi de her zaman kolay değildir veya bazı muhataplar behemehal iki tutumdan birisini zorunlu saymaktadır.
30 yıla yakın bir zaman Esat ailesine hizmet ettikten sonra Fransa’ya iltica eden Suriye’nin eski Cumhurbaşkanı yardımcısı Abdülhalim Haddam Öcalan’ın 1979’da Muhaberat tarafından Suriye’ye getirildiğini açıkladı. Hükümet çevrelerinin değer verdikleri anlaşılan bir görüşe göre PKK, bir derin devlet komplosudur, uzantısıdır. Eğer olay bütünüyle öyleyse, derin devlet düzeneği olan PKK’nın 1979-1999 arasında 20 yıl Suriye’de nasıl ağırlandığının hiçbir açıklaması yoktur. Suriye Devleti, Muhaberatı 20 yıl Türkiye derin devletinin bir düzeneğini niçin korusun, kollasın?
Silahlı mücadele yapan bir örgüt sevk ve idaresi için, dışarıda korunaklı bir güvenli yer bulursa, yeterli eleman bulursa, para ve lojistik sorunu da yaşamazsa, varlığını elbette uzun süre devam ettirebilir. PKK örneğinde olaya bakacak olursak 1979-1999 arasında 20 yıl Suriye’de ve onun işgalindeki Lübnan’da PKK, sevk ve idaresini, her türden hazırlığını güven içinde yapmıştır. 1980 askeri darbesiyle birlikte yurt içinde yakalanan PKK’lılara cehennem azaplarını hatırlatan işler yapılırken, PKK’nın sevk ve idari merkezine karşı en ufak bir müdahalede bulunulmamıştır. PKK elbette cezaevine düşen elemanları nedeniyle bir mağlubiyet ve kayıp yaşamıştır ama Suriye/Lübnan’daki güvenli/barınaklı yeri nedeniyle bir varlık sorunu yaşamamıştır. Aksine silahlı mücadele için her türlü hazırlığını bu güvenli barınağında 1984’e kadar sürdürmüştür. Terör konusunu çok iyi bildikleri iddia edilen 12 Eylül darbesi yöneticileri PKK’nın dışarıdaki güvenli barınağı ve orada hazırlığı için hiçbir şey yapmamıştır. Böylece PKK’ya bir var olmayı adeta armağan etmişlerdir. Türkiye o dönemde Nato üyesi, Suriye ise SSCB ile ileri seviyedeki ilişkileri ve onun koruması altında olmasından dolayı, Türkiye’nin doğrudan Suriye’ye bir baskı yaparak PKK’nın oradaki varlığını engelleyemediği iddia edilebilir. Oysa SSCB 1991’de dağıldı. Türkiye, PKK’nın Suriye’den çıkarılması için 1991’den itibaren yapacağı askeri ve siyasi baskıyı ancak Ekim 1998’de yapmıştır. Üstelik bu dönemde askeri açıdan zaten PKK önemli bir yenilgiye de uğratılmıştır. Suriye’ye zamanında yapılacak ciddi bir askeri-siyasi baskı ile PKK’nın orada güvenli bir barınağa sahip olmasının engellenmesi ancak 20 yıl sonra yapılabilmiştir. Teslim edilmelidir ki bu durum PKK için büyük bir şans, fırsat olmuştur.
PKK, Türkiye’ye karşı yürüttüğü silahlı mücadeleyi 1984’te başlattığında İran-Irak Savaşı devam etmekteydi. Irak Kürt Partileri (KDP-KYB) İran tarafında Irak’a karşı savaş halindeydiler. Irak Kürt bölgesi büyük ölçüde bu iki partinin denetimindeydi. Onların denetimindeki bölgede ise PKK, önemli kamplar, barınaklar tesis etmiş ve silahlı saldırıları için orasını bir üs olarak kullanmıştır. Türkiye, Suriye’den sonra Kuzey Irak’ta da PKK’nın barınmasını engelleyememiştir. Oraya karşı karadan, havadan yapılan operasyonlar geçici olmuş, bir süre sonra PKK’lılar boşalttıkları yerleri tekrar doldurmuştur. Adeta doldur boşalt durumu günümüze kadar devam etmiştir.
Ocak 1991’de ABD ve müttefiklerinin Irak’a saldırmaları (1.Körfez savaşı) ardında Irak’ın kuzey bölgesinden Irak askeri güçlerinin BM kararı ile çıkarılması ile PKK büyük bir fırsat sahibi olmuştur.
Türkiye içinde ve dışında en büyük atılımını ise 1991’den sonra yapmıştır. Ancak 1995’e gelinceye kadar feci bir askeri yenilgiye uğramıştır. 1991-2003 arasında ABD öncülüğünde çekiç güç uygulamasına Türkiye her açıdan destek olmuş, Barzani/Talabani öncülüğünde Kuzey Irakta bir Kürt devletinin oluşması için yapılan her türlü hazırlığa katkıdabulunmuştur. Talabani ve Barzani ise bu dönemde Türkiye ile iyi ilişkiler içinde olmuştur.
Öcalan’ın idama mahkum olmasına rağmen idam edilmeyişi, PKK elemanlarının Türkiye’den Irak’a çekilmeleri ve saldırılarına ara vermeleri, Türkiye’nin de Irak’taki PKK kamplarına operasyon yapmaması iledir ki PKK varlığını orada sürdürme imkanı bulmuştur. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal etmesi PKK için yeni büyük bir fırsatın daha oluşmasına yol açmıştır. Çünkü çoğunluğunu AKP’lilerin oluşturduğu TBMM 1 mart 2003’te Irak’a Türkiye’nin asker göndermesini öngören teskere kabul edilmemiştir. ABD ise bu teskere olayından sonra Türkiye’yi ve Irak’taki Türkmenleri adeta cezalandırmıştır. İşgalle birlikte başta İranlı Halkın Mücahitleri (Mücahidan-ı Halk) olmak üzere, Irak’ta bulunan bütün silahlı örgütler ABD ordusunca tasfiye dilmiştir. 30 senedir PKK’yı terörist örgüt sayan ABD ona hiçbir şekilde dokunmadığı gibi Şubat 2008’e kadar Türkiye’nin Irak’taki PKK kamplarına karşı bir askeri operasyon yapmasını da engellemiştir.
Hangi ülkeden PKK’nın hangi oranda ve zamanda ne kadar destek aldığı konusu kitaplık bir konudur. Ancak başta Suriye-Irak-İran-Yunanistan olmak üzere, İsrail, ABD ve çeşitli Avrupa ülkeleri çeşitli seviyelerde PKK’yı korumuş kollamışlardır. Türkiye’ye karşı onu daima bir pazarlık, bir tehdit aracı olarak kullanmışlardır. Yabancı ülkelerin PKK’ya olan yardımlarının en öğretici ve açık örneğini ABD ve Suriye oluşturmuştur. PKK’nın nasıl olup ta bu günlere kadar gelebildiğini, dışarıdan gördüğü yardımları, korumaları hesaba katmadan açıklamak yeterli ve inandırıcı olmayacaktır.
PKK’lılar 1980’lerden başlayarak AB üyesi olsun olmasın bütün Avrupa ülkelerinde çok rahat ve açık faaliyetler yapmaktadırlar. Türkiye vatandaşı olan Kürtlerin yaşadığı hemen her Avrupa ülkesinde çok sayıda PKK’lı dernek, vakıf, yayınevi, radyo ve tv istasyonları bulunmaktadır. Çok rahat çalışma imkanları sayesinde, Türkiye’de bir zamanlar yaptıkları gibi, PKK dışındaki bütün Kürt gruplarını tasfiye etmişler, sindirmişler, etkisiz hale getirmişlerdir. Böylece Avrupa’daki Kürt nüfus PKK için büyük bir para, insan kaynağı olduğu gibi Avrupa ülkelerinde de siyasal propaganda için önemli bir alan oluşturmuştur.
AKP iktidarı ile birlikte, adına “komşularla sıfır sorun” denilen bir politika tercih edilmiştir. Sıfır sorun komşuların PKK’ya olan katkısını ortadan kaldırmış mıdır? Irak Kürt Bölgesel Yönetimi bunun için açıklayıcı bir örnek olabilir. Türkiye 1 Mart 2003 teskeresinin TBMM’de reddedilmesi ile birlikte Irak’ta devre dışı kalmıştır. Oysa o tarihe kadar Türk makamları, Irak’ın Türkiye’ye komşu olması, orada Türkmen varlığının olması, PKK’nın orada üstlenerek Türkiye’ye saldırması gibi nedenlerle Irak’la ilgilerini açıklamıştır. ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte Erbil’de Türkiye aleyhine büyük gösteriler olmuştur. Türkiye’nin Irak ve Türkmenler hakkındaki açıklamalarını Mesut Barzani; bir tehdit ve Irak’ın iç işlerine karışmak diye açıklamıştır. PKK’nın siyasi bir konu olduğunu askeri değil siyasi yollarla çözülebileceğini, kendilerinin PKK’ya karşı asla silah kullanmayacaklarını tekrarlamıştır. Celal Talabani ise değil PKK’lıların bir Kürt kedisinin bile Türkiye’ye teslim edilmeyeceğini ilan etmiştir. Buna karşılık Türkiye, “sıfır sorun politikasının” gereği olarak, Irak Kürt Yönetiminden taleplerinden vaz geçmiş ve bayram havasında Erbilde konsolosluk açmıştır. Barzani yönetimi ile ilişkilerini hemen her alanda geliştirmiştir.
Türkiye’nin sıfır sorun politikası, PKK’nın Irak’ta barınmasına, oradan Türkiye’ye saldırmasına her hangi bir engel oluşturmamıştır. Üstelik Suriye’de halkın yönetim aleyhtarı gösterileri nedeniyle Esat yönetiminin halka karşı uyguladığı kanlı bastırma çabalarına Türkiye’nin açıktan itiraz etmesi, Suriye yönetiminin ve onun müttefiki İran yönetiminin, Türkiye’ye karşı yeniden PKK’yı harekete geçirdikleri haberlerine yol açmıştır.
PKK’nın dışarıdan gördüğü her türlü yardım ve ilginin yanında ihtiyacı olan elemanları toplamada da zorlanmadığı açıktır. PKK elemanları içinde hemen her dönemde mevcudun yarısının Suriye-Irak ve İran Kürtlerin oluştuğu bilinir. PKK adı geçen ülkelerde oluşturduğu yan kuruluşları ile (İran’da PJAK, Suriye’de PYD, Irak’ta PÇDK) zaten bütün Kürtleri içine almak iddiasında bir Pan-Kürdist hareket olarak bu dört ülkeden ve Avrupa ülkelerindeki Kürtler arasından ihtiyacı olan elemanları toplamaktadır. Muhtemelen bundan sonrada toplayacaktır. Ancak eleman toplayabilmeyi ve bunları organize ederek donatarak silahlı mücadele alanına sürmeyi sağlayan özellikle dışarıdaki güvenli barınakları, kamplarıdır. Bu kampların varlığı, PKK’ya yeni katılımların ve silahlı mücadele içinde yeni hazırlıkların devam etmesi anlamına gelmektedir. Türkiye’yi son otuz senedir yönetenler bu kampları engelleyememiştir.
PKK’yı yenilmez bir efsane gibi takdim ederek onunla bu güne kadar silahlı mücadeleden sonuç alınamadığına göre diye başlayan açıklamaların bu yüzden bir ciddiyeti ve kıymeti harbiyesi yoktur.
PKK var oldukça, komşu ülkelerle, Avrupa ülkeleriyle, ABD ve İsrail’le ilişkileri devam ettikçe, adı geçen ülkeler de ihtiyaç duydukça PKK’yı Türkiye’ye karşı bir pazarlık aracı olarak kullanacaktır. Türkiye’nin “sıfır sorunlu” siyaseti bu ülkelerin PKK ile olan ilişkilerini kesmemiştir. Türkiye’ye büyük bir zaman kaybına yol açmıştır. Şimdilerde ise giderek artan bir can kayıpları devam etmektedir.
AKP iktidarı geçmiş iktidarlara göre Kürt taleplerine karşı daha çok olumlu yaklaşmıştır. Başbakan “Türkiye’de bir Kürt Sorunu olduğunu” ve bu sorunu da “kendi sorunu” saydığını ilan etmiştir. Buna bağlı olarak 2009’da “Kürt Açılımı/Demokratik Açılım” başlatıldı. Çatışmalarda boşaltılan köylerin yeniden eski sahiplerinin geri dönmeleri, kendilerine tazminat ödenmesi, Kürtçe tv, klasik Kürt edebiyatından sayılan eserlerin Kürtçe baskısının Kültür bakanlığı tarafından basılması (Memuzin gibi), 1990’larda Doğu illerinde bazı faili meçhullere adı karışanların yargılanması (Cemal Temizöz davası vb) gibi ciddi işler yapıldı. AKP hükümetleri PKK’yı teşhis etmede ciddi yanılışları oldu. Kürtlerin makul taleplerinin yapılması halinde, PKK’nın zaman içinde ortadan kalkacağı varsayımı daha çok rağbet gördü. Zaten PKK’da bir derin devlet düzeneği gibi sayıldı.
Her ne kadar çelişkili olsa da. 1 Haziran 2004’te PKK’nın yeniden başlattığı silahlı mücadeleye karşı zamanında yeterince karşılık verilmediği görüşü bu dönemde sürekli tekrarlandı. Özellikle Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik askeri operasyonlardan (ABD engeliyle de) AKP hükümeti hep uzak durdu. Bunun için AKP eleştirilerini “kandan beslenenler, istiyorlar ki daha çok cenaze gelsin” diye karşıladı. Başbakan’ın yalanlamalarına rağmen uzun süre Öcalan’la sorun müzakere edildi. Bütün bunlara rağmen 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra başlayan PKK saldırıları ile çok sayıda asker ve polis katledildi. 14 temmuz’da Silvan’da 13, takip eden günlerde çeşitli illerde 2-3 asker polis katledilmesi devam etti. Nihayet 17 Ağustos’ta Hakkari de 11 asker mayınlı bir tuzakla katledildi. Bunun üzerine Başbakan “Sözün bittiği yerdeyiz” dedi ve ardından PKK kamplarına hava operasyonları başlatıldı.
AKP hükümetinin PKK’yı tanımada teşhis etme de yanıldığı açıktır. Öcalan’la yapılan görüşmelerle de, Kürtlerin makul taleplerinin yerine getirilmesi (bir kısmı getirildi zaten) halinde sorunun çözüleceği varsayımı gelinen noktada ortadan kalktı. Çünkü PKK’lılar için, Kürt Sorunu demek, PKK ve Öcalan sorunu demektir. Öcalan serbest bırakılmadan, PKK’lıların savaş kazanmış kahramanlar gibi geriye dönmeleri ve “Kürdistan” dedikleri bölgede resmi bir statüye kavuşmaları sağlanmadan bu sorun onlar için çözülmüş te olmayacaktır. Kürtlerin mağduriyeti hakkında 80-100 yıl öncesine ait bazen haklı bazen abartılı ve haksız olarak anlatılan hikayeler, zaten Kürt Milliyetçisi çevrelerin taleplerini yükseltmelerine de yol açmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın bile CHP’yi eleştirme isteği ile Dersim tartışmaları esnasında “Dersim’de CHP soykırım yapmıştır” çıkışı, Kürt milliyetçisi çevrelerin iddialarını tahkim eder mahiyette olmuştur. Oysa Dersim’de Türkler gibi Kırmanç/Kürtlerde azınlıktır. Orada asıl mağdur edilenler Zazadır.
Şunu da teslim etmek gerekir ki, Başbakan’ın ifadesi ile PKK konusunda Türkiye’nin “sözün bittiği yere” gelmesinde AKP’nin, Kürt Sorunu hakkında ciddi bir yanılgısı ve başarısızlığını ortaya koymuştur. Sıfır sorun söyleminden başlayarak PKK’nın derin devletin bir düzeneği olarak görülmesine kadar bu konuda yıllarca, hükümet yanlıları tarafından yapılan yanlış tekrarlar hükümeti de ciddi bir şekilde yanıltmış, sözün bittiği yere getirmiştir.