Memleketimden İnsan Manzaraları 491
Söyleyin, Tanrı Aşkına!
Hoşot (DİCLE) Anıları adlı eseri derleyip yayına hazırlayan Dicle Öğretmen Okulu mezunu Refik Türk’ün de güzel bir anısı var; bu kitapta. Refik’in köyünde Molla Süleyman denen biri vardır. Bir gün Refik’in babasını alıp karşısına, “Bu çocuğu okula gönderirsen günaha girersin” diye öğüt verdiği halde, baba günaha girmeyi göze alıp gönderir; oğlunu Dicle’ye.
Henüz 12 yaşındaki Refik, Dicle’deki ikinci sınava da girmiş olur böylece. Sınava katılan tüm çocuklar gibi o da, “Kazandım mı acaba?” diye merak içindedir. Kazananların sözlü olarak açıklanacağı toplantıda içi içini kemirir durur. Birkaç kişiden sonra kendi adının da okunduğunu duyunca, sevincinden ne yapacağını şaşırıp koşmaya başlar. Ama nereye?..
Sonuçları açıklayan Tanker lakaplı öğretmenin sesi duyulur:
“Nereye gidiyorsun şapşal? Okul bu tarafta, bu tarafta…”
Tanker’in eliyle işaret ettiği yere yönelince de:
“Gazi oldu bizim şapşal; konferans salonuna moloz herif…” dediğini de duyar.
Ne saygısız, ne ağzı pis bir öğretmenmiş o? Kim vermiş ona bu diplomayı? Kim, niçin bir öğretmen okuluna atamış onu? Pekiyi, bu okulun bir müdürü yok mu? Okula henüz ilk adımını atan, başarısından dolayı sevinmekten başka suçu günahı olmayan bir çocuğa, onca insanın içinde bu sözler nasıl söylenir? Kim, niçin izin veriyor; bu saygısız adama?
Dikkat ettim de bu kitapta ondan söz eden tüm öğretmenler, onun adını değil, lakabını yazmışlar hep. Ha köydeki Molla Süleyman, ha Tanker… Al birini, vur ötekine! Çalıştığım hiçbir okulda böylesini görmedim. İyi ki görmedim; hiç mi hiç anlaşamazdım çünkü.
Neyse, onu boş verelim de şimdi, Refik Türk’ün anısına dönelim; biz yine:
Konferans salonuna doğru koşarken, kendini izleyen ve büyük sevinci gözlerinden okunan bu okulun başarılı öğrencilerinden abisini görüverir. Sözü Refik Türk’e bırakıyorum:
“İlk defa bu kadar büyük bir sevinci yaşıyor, bu sevinci paylaşacak birilerine ihtiyaç duyuyordum. Bağırmak, nara atmak istiyordum. İçimde her şey yeniden şekilleniyor, yeniden düzenleniyordu sanki. Bedenim sevincime dar geliyordu. Birden değiştiğimi, boyumun uzadığını, olgun biri olduğumu görüyordum. İçimde yeni bir bina inşa olmuştu. Mutluluk bu olmalıydı. (….)
Elim çeneme değdiğinde parmağımda pıhtılaşmış kan vardı. Kanın rengi bile eskisinden çok daha kırmızıydı. Bu benim kanımdı ve benim başarım için akmıştı. Hiçbir çıkar, hiçbir intikam, hiçbir art niyet taşımadan geleceğe giden yolda akan en temiz kandı. “
Ne güzel anlatıyor; değil mi? Devamı da çok güzel bir anı bu. Keşke kitabı alıp okusanız!..
***
Bu hafta yine Dicle mezunu Abuzer Aslan’ın cep telefonuma gönderdiği iletisini de sunmak isterdim size. Ne yazmış bakalım; değerli meslektaşım:
“Sayın Hocam;
Ben de Hüseyin Bozoğlu ile ilgili bir anımı anlatmak istiyorum: 1962 yılı… 19 Mayıs haftasında ‘Öğrenci Başkanlığı’ görevi bana verildi. Bilirsiniz, bizim okul 19 Mayıs’ı
Diyarbakır Stadında çeşitli gösterilerle kutlardı. Konuşmalar ve şiirlerden sonra sıra orta dereceli okulların yer hareketlerine geldi.
-2-
Bizim okul en sonra çıkacaktı. Biz son sınıftan 5-6 arkadaş stat çevresindeki tel örgülerin yanında oturmuş gösterileri izliyorduk. Beden eğitimi öğretmeni Bozoğlu’nun koşarak bize doğru geldiğini gördük. Hemen ayağa kalktık. Kolumda kırmızı ‘Öğrenci Başkanlığı’ bandı vardı. Hiçbir şey sormadan hışımla suratıma bir tokat patlattı. Orada bulunan iki polise, ‘Bunu dışarı atın!’ deyince çok üzüldüm. Neye uğradığımı şaşırdım. Polislerden biri, ‘Kardeşim, niye sigara içtin?’ deyince dünyam yıkıldı. Sigara içen sınıf arkadaşım Abdurrahman Yaşar’dı. Ben sigarayı sevmedim hiç. Ne öğrenciyken içtim, ne öğretmenken… Okula dönerken durumu açıklamak istediğimde, “Karşımda konuşma lan!” deyip susturdu beni.”
Duralım, burada biraz. Aslan’ın anlattığı gibi, kendilerinde her şeyi söyleme hakkını bulanlar, başkalarının en küçük bir şeyi bile söylemelerine izin vermek istemezler; nedense! Nedense dediğime bakmayın, her şeyi ve her şeyin en doğrusunu onlar bilir de onun için!.. Dolayısıyla konuşmak yalnızca onların hakkıdır! Herkes her şeyi konuşmaya kalkarsa olmaaaz! Hele hele öğretmenin karşında öğrenci, müdürün karşısında memur, patronun karşısında işçi ise!..
Ben çıkayım da aradan, Abuzer Aslan’ı dinleyelim yine:
“Aynı okuldan Şanlıurfalı arkadaşım Bekir Aslan anlatmıştı. Aynı sınıftaydık da, o sınıfta kaldığı için bir adım öne geçmiştim. Ben mezun olunca son sınıfa geçmişti o da. Bir gün Bozoğlu, basit bir neden yüzünden öyle bir tokat atar ki, burnunu patlatır Bekir’in. Okul revirine gider ama kanı durduramazlar. Acilen Ergani Devlet Hastanesine yetiştirilir. Böyle zalim eğitimci olur mu?
Ben 1962 Haziran mezunuyum. O yıl eğitim enstitüsü sınav hakkımı elimden aldı Bozoğlu. Tokadın acısı neyse ne de, ruhuma bıraktığı bu acı sızlar hep yüreğimde. Diplomamda müdür yerine maalesef onun imzası var. Çok yazık!.. Bilirsiniz, okul müdürümüz Osman Bektaşoğlu idi. ‘Müdür Baba’ derdik ona. Nur içinde yatsın. Mersin’de yaşıyordu; emekliliğinde. İki kez ziyaret ettim; evinde kendisini.
“Oğlum, Bozoğlu ile çok mücadele ettim. ‘Bu çocuklar bize emanet edildi. Neden bu kadar şiddet uyguluyorsun?’ dedim ama dinletemedim.’ diye dert yanmıştı. Ben 85 yaşındayım şimdi. 62 yıl önce yediğim o tokadın acı anısını hâlâ silip atamadım belleğimden. Adil, insan onuruna saygılı ve sevecen sizin gibi bir öğretmenin bu güzelliklerle hiçbir ilgisi olmayan biriyle yıldızının barışması elbette mümkün olamazdı. Sevgi ve saygılarımla…”
Tanker’in o acı sözleri 50 yıl sonra bile nasıl unutulmuyorsa, haksız yenen bir tokadın acısı da 62 yıl geçse bile silinmiyor; demek ki.
Tanrı aşkına siz söyleyin: İnsanlara böyle acı yaşatmakla ne geçiyor; eline bu beylerin?
—————————————————————
NOT: Abdurrahman Yaşar gibi Bekir Aslan da biraz erken göçüp gitti. Işıklarda uyusunlar.
Hüseyin ERKAN
0535 371 74 83