Memleketimden İnsan Manzaraları 490
Siz Niçin Savunmadınız Bizi?
gerçeği öğrenmek hakkınız ama
açmayın derim ben o küpün kapağını
yoksa dayanma gücünüz
pis kokulara.
ne denli tatlıysa yalan dolanlar
gerçekler o denli acıdır zira.
H.E.
1960’lı yılların ilk yarısında Diyarbakır’ın Ergani ilçesi yakınındaki Dicle Öğretmen Okulundan, Ankara Yüksek Öğretmen Okuluna seçilen Ali Yılmaz, Hasan Acar, Ahmet Akgün, Zülküf Kaya gibi başarılı öğrencilerden biri de Müslüm Başaran’dı.
Başaran’dan uzun zamandır haber alamadığım için üzülüyordum. Olur ya farkında olmadan kırdım mı, darılttım mı acaba; diye düşünüyordum. Derken sevindirici güzel haberini aldım; iki hafta önce. Ayrıca okuduğu haftalık söyleşilerimizin onda uyandırdığı bir anısını da yazıp göndermiş. Aynen alıyorum:
“Hocam!
Hocam sözcüğü sizi kapsamıyor. Size yetmiyor. Çok özelliğiniz, söylenecek çok sözcüğün dışında kalıyor. Bu özelliği taşıyan bir trio vardı; o muhteşem insanlara mekân olan DİCLE’de. Bizim dönemimiz için söylüyorum: Resim öğretmenimiz Tevfik Karakaya, matematik öğretmenimiz Fevzi Gökçek, ve edebiyat öğretmenimiz Hüseyin Erkan…
Aslında bu münbit topraklardaki bütün hocalarımız olağan üstüydü. Bir beden eğitimi hocamız hariç… Ona da asla toz kondurmayız; asla eksi skalaya düşürmeyiz. Sadece yıldızları eksikti.
Bu kahramanlar kervanına ben neden katıldım!
Şükrü Yüksel hocanın öğrencisi Nurettin Birel’e mutlu ve parlak bir geleceği olsun diye attığı tokat olayından… Çünkü ilk yazıda öğretmen Birel’in tokat attığı öğrencinin sigarayı bıraktığını ve güzel bir mesleğe sahip olduğunu bilmemiz gerekir. Birel Öğretmen’in, Şükrü Hoca’dan yediği tokadın intikamını bire bir almış olması için… Meğer olayın gerisi varmış. Ve gerçekten intikamın üstünde intikam olmuş. Olayın bütün kahramanlarını kutluyor, sevgiyle kucaklıyorum.
Bu arada Şükrü Hoca’nın bugüne dek hiç kimseye sözünü etmediğim, büyük bir rastlantıya dayanan bir anısını aktarmak istiyorum: Şükrü Bey iş bilgisi öğretmenimizdi. Atölye çalışmalarımızın olduğu bir gün, erken gittim atölyeye. Kapıyı açtığım gibi, Şükrü Hoca’nın yere düşmüş ampul ve tavanda asılı duran duya bakarak ağır bir küfür savurduğunu duydum. Şok oldum, şaşırdım. Ama asla yadırgamadım onu. Sadece sahneye tanık olduğum için O’nun üzülmesine üzüldüm. Çünkü aslında o küfür, bu yoksul ülkenin üç kuruşunun gitmesine duyduğu ve kendisini tutamadığı bir kızgınlıktı. Yaşıyorsa O’na kucak dolusu sevgiler, saygılar yolluyorum. Göçüp gittiyse eğer, ışıklar içinde uyusun.
Değerli Hocalarım!
Hepinize sonsuz sevgiler, saygılar sunuyorum.” diyerek noktalamış; iletisini sevgili Başaran.
***
-2-
Başaran gibi aynı dönem öğrencilerimizden öğretmen yazar İzzettin Çelik ne diyor acaba?
Sevgili Çelik, Erganili gündüzlü, -kendi deyişiyle öz değil üvey- bir öğrenciydi.
Geçen yıllarda, “Siz de öteki öğretmenler gibi biz gündüzlü, yani üvey öğrencilerinizin sorunlarıyla
hiç ilgilenmediniz.” deyip haklı olarak bir güzel eleştirip yüreğimi dağlamıştı. Haklıydı gerçekten. Yaklaşık 700-800 yatılı öğrenciye günde üç öğün yemek veren bir okul, 25-30 gündüzlü öğrencisine bir öğle yemeği veremez miydi?
Neyse, ben çıkayım da aradan, sevgili yazarımızı dinleyelim biraz:
“Kim önayak olduysa müteşekkirim ki o tadı, kokusu, nefaseti anlatılamaz; okul fırınında pişen ekmeğin. Onu yatılı arkadaşlarımız para ödemeden yiyebiliyorlardı ama biz gündüzlüler paramızla
alabiliyorduk. O şanssızlardan biri de bendim. Ancak parasızlıktan ekmek borcumu geç ödemeye
başlayınca, kendimi elinde sopası olan Eğitim Şefi Hüseyin Bozoğlu’nun odasında buldum.
Çok korktuğumu görünce, yarık dudağı kalkıp inmeye başladı. Uyarı tehdide vardı. Sopayı kaldırıp başımda sallar gibi yaparak beni sert sözlerle kovdu odasından. Ertesi gün Tilhuzurlu arkadaşım Mehmet Filiz’in babasından borç alarak ödedim de kurtulabildim ancak.
Hocam!
Köy Enstitülerinde nerdeyse yönetmelik haline gelmiş bir uygulama varmış: Her cumartesi yöneticiler, öğretmen ve öğrenciler toplanıp okuldaki işlerle eğitim faaliyetlerinin yolunda gidip gitmediğini tartışırlarmış. Öğrenciler özgürce müdür ve öğretmenlerine, ‘Neden, niçin?’ diye soru sorarak hem de. Ve 1940’lı yıllarda üstelik…
Sizler neden bu güzel geleneği sürdürmediniz? Öğrencilerin aşçıyı, işçiyi, öğretmeni, müdürü korkusuzca eleştirdiği bu açık oturumlar sizin ve bizim dönemlerimizde de yapılsaydı, gündüzlü öğrencilerin ikinci sınıf muamele görmesi engellenebilirdi. Bir süre önceki söyleşinizin başlığı olan, ‘Ben Ne Güne Duruyorum?’ sorusu bir anlam kazanırdı o zaman.
Sizler, eşi bulunmaz bir Köy Enstitüsü geleneğini yok saymışsınız; maalesef!..”
Bu güzel eleştiriyi yapan Sevgili Çelik’e “Haksızsın” demeye kimin gücü yeter?
Kimileri bu gücü kendinde bulabilir. İlk bakışta haklı gibi görünen mazeretler de sıralayabilir. Ama gerçeği değiştiremez ki bu uyduruk savunma. O yöntemi hiç mi hiç sevmiyorum ben.
Yalnız şunu unutmayalım ki, Köy Enstitüleri bu yüzden kapatıldı işte! Okulda öğretmenini, müdürünü eleştiren öğrenci, öğretmen olunca gerektiğinde ağayı, muhtarı, kaymakamı, valiyi, dahası bakanı, başbakanı eleştirmez mi? Gerçekten de o kurumlardan mezun olanlar öyle yaptıkları için korkularından el birliğiyle kapattılar; o muhteşem kurumları. Dolayısıyla Köy Enstitülerinde doğup gelişen o güzel geleneği de unutturdular.
Değerli eğitimci yazarımız İzzettin Çelik’in iki sorusuyla bitirelim; bu söyleşimizi:
“Dicle’de her aybaşı toplanan öğretmenler kurulunda hiç mi gündeme gelmedi; gündüzlülerin sorunu?
Pekiyi, Aksu Köy Enstitüsünde okumuş bir köylü çocuğu olarak siz niçin hiç savunmadınız bizi?”
Haydi, siz benim yerimde olun da yanıtlayın bakalım; bu güzel soruları.
Hüseyin ERKAN
0535 371 74 83