Memleketimden İnsan Manzaraları 482
Siz Hiç Tokat Yediniz mi?
50-60 yıl sonra bile bir öğretmeninizi unutmadınız mı? “Neden?” diye sorsam, ya “Çok sevmiştim onu” ya da “Hiç sevmemiştim” diyeceksiniz. Yalnızca öğretmenler için değil bu yargı. Herkes için…
1960’lı yılların Dicle İlköğretmen Okulu mezunlarından Müh. Ahmet Cemal Babayiğit, bir süre önce şu iletiyi gönderdi bana:
“Belçikalı bilim insanları ‘Düşünce eylemi bulaşıcıdır” olgusunu deneylerle kanıtlamışlar. Sizler gibi değerli öğretmenlerimiz, ders saatlerini, o zamanlar sezemediğimiz bir laboratuvar ortamında bizleri düşünmeye sevk ederek çözerdiniz sorunları. Bu yöntem, doğru düşünmenin ve sorunları doğru çözmenin en iyi yoludur. Onun için sizleri unutmadım; unutamam. Her şey için teşekkürler!”(*)
Aynı okuldan Erganili Öğretmen Nâlân Uluğ da şöyle diyor bir öğretmeni için:
“Sabırsızlıkla beklerdim; ben sizin derslerinizi. O yumuşacık sesinizle hangi şiiri okuyacak, hangi kitabı tavsiye edecek diye. Tüm haksızlıklara karşı dik duruşunuz, özgüveniniz ve her arkadaşımıza karşı sevgiyle yaklaşımınız ile fethediyordunuz gönüllerimizi. Özgür düşünmeyi, lâik ve Atatürkçü bir yolda yürümeyi siz öğrettiniz; siz benimsettiniz bize. Yaşamım boyunca unutmadım sizi hiç. Bugüne dek olduğu gibi, bundan sonra da sevgi ve saygıyla anacağım hep.”(*)
‘Bunlar iyi, güzel de… Hiç eleştiri yok mu?’ diyorsunuz; öyle mi? Olmaz olur mu, olmaz olur mu? Bence övgüden daha değerlidir; eleştiri. Öyleyse Mersin’de yaşayan eğitimci yazar Erganili İzzettin Çelik’in beni eleştiren güzel bir iletisini sunayım size:
“Evet, birçok olumlu yönünüzü anımsıyorum. Özellikle biz öğrencilere karşı, birçok öğretmenimizin aksine, yumuşak ve sevgiyle yaklaşımınızdan çok memnunduk. Ancak başkaları gibi, biz gündüzlü öğrencilerin sorunlarıyla siz de ilgilenmediniz hiç. Her gün sabah dört saat dersten sonra paydos zili çalar, yatılı arkadaşlarımız yemekhaneye koşardı. Pekiyi, ya gündüzlü öğrenciler? Onların karnı acıkmaz mı? Ne yer, ne içer onlar? Aç mıyız, susuz muyuz? Her gün Ergani’den okula 4 kilometrelik yolu nasıl gelip gideriz? Yemekhanede artan yemek ve ekmekler gözümüzün önünde çöp kutusuna dökülürdü. İmrenerek bakardık; yatılı arkadaşlarımıza.”(*)
Bu çok haklı eleştirisiyle yaktı beni yüreğimden, Sevgili Çelik. Gerçekten de gündüzlü öğrencilerimizin bu sorununu göremedim, düşünemedim ben. Göremediğim için de hiç ilgi göstermedim. Tok acın halinden ne anlar; değil mi ya! Bu büyük yanlışım için içtenlikle özür dilerim; Dicle’deki tüm gündüzlü öğrencilerimizden. Bir de güzel örnek vermiş:
“Resim Öğretmenimiz Tevfik Karakaya, depodan defter, karton, boya, fırça ve renkli kalemler alıp dağıtır; hiç ayrım yapmadan aynısını bize de verirdi. O yüzden ayrı bir sevgim ve saygım var kendisine.”(*)
İnanıyorum ki, değerli resim öğretmeni arkadaşlarım Necati Özbay ile Recep Adakçılar da öyle yapar; seçkin meslektaşım Karakaya gibi yatılı, gündüzlü diye ayırmazdı öğrencileri. Üç yıl uyum içinde birlikte çalıştığım Tevfik Bey, Sivas’ın Yıldızeli ilçesine yakın bir kırsalda
-2-
1940’lı yılların başında kurulmuş olan Pamukpınar Köy Enstitüsü’nün devamı Pamukpınar
İlköğretmen Okulu mezunu idi. Ortak bir yanımız vardı: Enis Türköz ilk üç yıl onun, son üç yıl da Aksu’dan benim öğretmenim ve müdürüm idi. 1962’de Gaziantep Öğretmen Okulu’na atandığını öğrenince, birlikte ziyaretine gidip saygıyla öpmüştük elini.
Mesleğini, öğrencileri seven başarılı bir arkadaşımızdı; Sevgili Karakaya. Daha sonra mezun olduğu Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde görev aldı. Bilinen kademeleri geçip profesör oldu. Son görev yeri İstanbul Eğitim Fakültesi idi. Yolu Cağaloğlu’ndan her geçişinde Dilem Yayınevini onurlandırır, özlem giderirdik.
***
Çok farklı bir anıdan da söz edeceğim şimdi. 1960 Dicle mezunu Nurettin Birel’in anısından:
Diyarbakır’ın merkez Mıtrani (Kuşlukbağ) köyünden… İlkokulu 1954’te bitirir. Akçadağ Köy Enstitüsü mezunu Mustafa Tokat’tır öğretmeni. “Ben onun eseriyim.” diyerek saygıyla anar onu. Birel Öğretmenin bundan sonra anlattıkları çok ilginç geldi bana. Özetle veriyorum:
1954’te Dicle Köy Enstitüsü sınavını kazanıp kayıt yaptırır. Ancak ilk günlerde her şey ve herkes yabancıdır; onun için: Okul, öğrenciler, öğretmenler… Bir yıl gibi uzun gelen bir hafta sonunda köyü, evi, ailesi gözünde tütmeye başlar; bu ana kuzusunun. Dahası tüm hayvanlar,
kediler, köpekler bile… Bir öğle sonu yemekhanenin duvarı dibine oturmuş; “Bu okuldan nasıl kaçabilirim?” diye kara kara düşünmektedir. Yanından geçtiğini fark etmediği Müdür Yardımcısı Şükrü Yüksel’in eliyle “gel, gel” işareti yaptığını görür. Hemen toparlanıp koşarak gider. Öğretmen, , “Niye burada oturuyorsun?” diye sorunca, “Evimizi, köyümüzü çok özledim. Evimize gitmek istiyorum.” der. “Tamam, seni evine göndereyim.” sözünü duyacağını sanırken, öyle bir tokat iner ki suratına, neye uğradığını şaşırır. “Koş sahaya, arkadaşlarınla oyna. Bir daha böyle şeyler düşünürsen babanı hapse attırırım.” diye de bir tehdit savurur. Sözü Nurettin Birel’e bırakalım şimdi:
“O tokattan sonra çok değiştim. Daha olgun, sorumluluğunu bilen bir öğrenci oldum. O tokat beni iyi bir öğretmen, iyi bir aile reisi yaptı. O gün o tokadı yemeseydim kesin olarak okuldan kaçacaktım. Öğretmen olamayacaktım. Çocuklarımı okutmayacaktım.”(*)
Nurettin Birel’i tanımam ama Şükrü Yüksel’i iyi tanırım. 1961’de Dicle’de göreve başladığımda “Müdür Başyardımcısı” idi. Sekiz, on yıl kıdemli, evli barklı, çoluk çocuk sahibiydi. İyi ve yararlı tokat atmasını bilmese, ne diye versinler ki, ona o koltuğu!
Nitekim üç yıl sonra Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü’ne şube müdürü olarak atandı ki, hakkıydı elbette.
İtiraf edeyim ki, niçin itiraz ettiğinizi anlayamadım!
(*) HOŞOT (DİCLE) ANILARI, Köy Enstitüsü’nden İlköğretmen Okulu’na: Siyah Beyaz Kuşağın Renkli Dünyası, Derleyen: Refik Türk, Ozan Yayıncılık, İstanbul 2024, 320 Sayfa
Hüseyin Erkan
info@dilemyayinevi.com.tr