(Bir STK kongresinde yaptığım konuşmadır. Bu sebeple konuşma dilinin yazıya aktarılmasından kaynaklı “arıza”dan dolayı özür diliyorum)
Bingöl’den, Mardin’den, Siirt’ten, Şanlı Urfa’dan, Batman’dan ve diğer illerimizden gelen misafirlere hoş geldiniz diyorum.
Evet, Sivil Örgütlülüğün hem küresel hem de yerel anlamda kaçınılmaz olduğu bir süreci çok hızlı bir şekilde yaşıyoruz. Örgütlü olmayan kesim ve toplumların hayati önem arz eden bu gidişata hiçbir şekilde müdahil olamayacaklarını çok iyi bilmemiz gerekmektedir.
Aslında bizler için sivil örgütlülük çağdaş anlamdaki normlarla kurumsallaşmasının fazla bir geçmişi bulunmamaktadır.
Bizler ülke-millet olarak sivilleşmeyi süreç olarak yaşayamadık. Dolayısıyla sivil mücadele bilincimiz de henüz çok yeni. Demek istediğim biz sivilleşmek için gerekli süreçleri yaşamadığımız için STK’ların hayati önem taşıdığının (gerçek manada) bilincinde de değiliz.
Demokratik kültür, demokratik bilinç, demokratik haklar bilincinin bizde yeni yeni nev-şu nema bulması sivil örgütlü olmamızı geciktiren nedenlerdir.
Pek de haksız sayılmazdık. “Bizim Rönesansımız“, “Sanayi Devrimimiz” gerçekleşmediği için modern teşebbüs ve aynı zamanda hak arama seçeneği de olan sivil örgütlülük fikri de oluş(a)madı. Dolayısıyla çok geç kalmış bulunuyoruz ve elimizi çabuk tutmalıyız. Çalışanlar başta olmak üzere tüm kesimlerin örgütlü olmaları gerekmektedir. Biliyoruz ki haklarını aramada en önemli yöntemdir sivil örgütlülük. Ben çalışanların hak arama mücadelesinde örgütlü olmalarını kaçınılmaz bulmakla beraber bu gün izninizle örgütlülüğün başka bir yönü ile ilgili konuşmak istiyorum.
NİÇİN Mİ?
Sayın Genel Başkan, saygıdeğer konuklar,
İçinde yer aldığımız coğrafya 21. yüzyılı tamamen etkileyecek olayları en yoğun şekilde yaşayan coğrafyadır. Dünyanın öbür ucundaki ABD ile komşuluk yapmaktayız. Öyle bir komşuluk ki düşman başına. İslam âlemi hem fikri hem de fiili kuşatma altında ezilme tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Dünyanın pek çok ülkesinde despot yönetimler iş başında, halkları inim inim inlemektedir.
Ülkemizde yarınların huzur ve esenlik içinde olmasını istemeyen unsurlar statükocu, gerici, baskıcı tutumları ile boy göstermektedirler. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin ama herkesin hayat standardının en üst seviyede olması için mücadele vermek bizim insanlık vazifemizdir.
Bu süreçte bizim tavrımız ve duruşumuz gelişmelerin seyrini çok ciddi bir şekilde etkileyecektir. Bu sebeple bizim ortaya koyacağımız duruş bize yakışır “asil duruş” olmalı, “esas duruş” değil. Bu duruş demokratik haklarının bilincinde olan topluluğun duruşu olmalı. Bu duruş sosyal ve hukuk devlet bilincine sahip olan bir duruş olmalı. Bu duruş inanan-inanmayan, başı açık-başı kapalı, dini, dili, ırkı mezhebi gözetilmeden bütün insanlığa çare olan anlayışın duruşu olmalı. Bu duruş onuru herkes için ve her zaman vazgeçilmez görenlerin duruşu olmalıdır.
21. asırda bizler hala kardeş kavgalarını yaşayıp; anayasada tanımı yapılmamış kavramları bahane ederek ülkeyi geren anlayışlarla zaman kaybetme lüksüne sahip olamayız. Onun için örgütlü olmak hayati bir durum arz etmektedir.
Bizler cereyan eden olaylarda inisiyatif sahibi miyiz? HAYIR.
Bizler gidişata yön verebiliyor muyuz? HAYIR
Bizim caydırıcı olduğumuzu söyleyebilir miyiz? HAYIR. HAYIR.
NEDEN PEKİ?
Çünkü sivil örgüt olarak yeterli bir güç değiliz. Çünkü gücümüzü birleştiremiyoruz. Örgütlü olmanın gereğine inanmıyoruz ya da “Vizontele’deki Nejat UYGUR kafasındayız. Necedir o kafa: ‘olaylara karışma’ kafası. ” Evet, tabi ki hak ve hukuk tanımayan, illegal olaylara karışmayalım. Ama bugün Sivil Örgütlü olmak ‘demokratik ve anayasal hakkı kullanmak demektir. Sivil örgütlü olmak “susmayacağım sıra bana gelmese de” demektir.
Yoksa çok sıcak olması hasebiyle biz “Kürt Sorunu” diye bir sorun var mı yok mu tartışmasında söz söyleme hakkını başkalarına; çare üretmeyecek olanlara devreder oluruz ki kabul edilebilir durum değil bu durum.
Bu konuda en doğru tespitleri, en makul çözümleri bizim üretme mecburiyetimiz ve imkânımız vardır. Çünkü bizler yeryüzünde Türk-Kürt kardeşliğinin gösterdiği essahlığı başka topluluklara örnek kılmışızdır.
Bizler bütün insanların kardeşliğine inananlarız. “Ya dinde ya da Adem’de kardeş” olduğumuza inanıyoruz. Bunu asırlarca ispatlayan, sürdürenler olarak bugün niçin gerçekleştirmeyelim? Allah’ın izniyle bunu geçmişten daha iyi gerçekleştirebilme kabiliyetine, imkânına sahibiz. Çünkü çok acılar yaşadık. Çok gözyaşı döktük. Çok anne evlatsız kaldı, çok evlat babasız ve çok kardeş kardeşsiz kaldı.
Bayanlar baylar
27 yıldır süren şiddet ortamı ve kaybettiğimiz 40 bin insanımız. Vicdan sahibi olan herkese soruyorum. Şimdi geriye dönüp bakalım ve “aaa ne güzel 22 yılda 40 bin insan öldürmüşüz ne güzel” diyecek, diyebilecek tek bir insan var mı?
“Bir 27 yıl daha ve 60 bin kişi daha öldürülürse tamamdır, kurtuluruz” diyen bir -resmi, sivil fark etmez- insan olabilir mi?
Hayır! artık elleri kına tüten gelinleri dul bırakmaya tahammülümüz kalmadı. Artık kaybedecek bir şeyimiz kalmadı. Kaybetmediklerimiz ise ölümle kaybedilmeyecek şeylerdi. Aklımız, onurumuz, vicdanımız, inancımız, kardeşlik bilincimiz, insanlığımız, bunlar ölümlerle kaybedilmediği için hala tap taze, canlı bir şekilde olduğu yerde duruyor, hem Türk kardeşlerimizde hem de Kürt kardeşlerimizde…
Hiç kimsenin milyonlarca nüfusu olan bir halkı yok saymaya hakkı olmadığı gibi, hiç kimse de şiddeti her geçen gün tırmandırma hakkına sahip değildir. Ölenler bizim insanlarımız başkasının değil. Buna dur dememiz lazım. Sivil, insani eylemlerle, tavrımızı ortaya koymalıyız.
İşte bu sebeple “bizim düşüncemiz kaale alınmalı” diyor isek, bu konuda “bizim de fikrimiz var” demeyi gerekli görüyor isek güçlü bir sese sahip olmamız gerekir. Türkiye’de “eşit, adil, ebedi kardeşlik ve esenlik” için aşağıdan yukarıya doğru baskı oluşturacak güçlü sese sahip olmamız gerekmektedir.
Evet, sivil örgütlülük emperyalist güçlerle mücadele için de olmazsa olmaz koşullardandır. Ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarıyla yapılacak olan güç birliği bu emperyal amaçlı ülkelere karşı durma güç ve kabiliyeti sağlayacaktır.
Velhasıl asrımız bir anlamda STK’larla güç birliği, işbirliği yaparak yerel ve küresel haksızlığa karşı koyma asrıdır.
Tarih en ağır haliyle yani tümüyle yalnızca Mısırlıların Firavuna karşı onurunu yitirdiğini kaydeder. “ağzım kurusun” ama biz kendimize gelmez isek korkarım İslam âlemi ve diğer mazlum milletler “Garbi anlayış” yani maddeci, profon, kutsalı olmayan anlayış karşısında onurunu ayaklar altından kurtaramayacaktır. Batıyı ve batılıyı kötülemiyoruz. Ama “batılı” olan zevk ve profon üzerine kurulu anlayışa karşı asil duruş sergilemeliyiz.
Eğer aklımızı başımıza, yersiz ve gereksiz korkularımızı ayaklar altına almaz isek haysiyetimizi ayaklar altına alırız.
sayın Ahmet ay İslamcı stk’lar olarak bölge sorunlarının en önemlilerinden biri haline gelen tefecilere karşı nasıl bir mücadele ortaya koyabiliriz diye bölge stklarına davet gönderdim bu davet sizede geldi ama cevap bile yazmadınız….