Hiç lafı uzatmaya gerek yok. 1973’te Allende’ye karşı Şili’deki, 1981’de “Dayanışma Hareketi’ne” karşı Polonya’daki, 1989’da Sadık El Mehdi’ye karşı Sudan’daki (*), 1960, 1971, 1980, 1997’de Türkiye’deki nasıl askeri darbeler ise, Mısır’da yapılan da aynı böyle bir askeri darbedir. Milyonlarca insanın demokrasi talepleri için sokaklarda olması ve darbecilerin bu “uygun anı” iyi değerlendirmesi dışında diğer darbelerden hiçbir farkı yoktur. Tüm darbeler ve darbecilerin yaptığı gibi seçilmiş biri-leri-ne karşı gerçekleşmiş demokrasi düşmanı bir eylemdir. Bu nedenle de, “demokratım hatta insanım” diyen herkes tarafından lanetlenmeli, mahkum edilmelidir. Buraya kadar yazdıklarım belki de hiç konuşulmasına bile gerek olmayan, zaten herkesin bildiği bir konu gibi algılanabilir. Ama Türkiye gibi bir ülkede yaşayıp, darbelerle büyümüş bir toplumun fertleri olunca, “sol” ve “demokrasi” adına halen birilerinin Silivri kapılarında “darbecilere özgürlük” sloganlar attığı bir coğrafyada bulununca, bu vurguyu yapmak biraz kaçınılmaz oluyor.
Peki, nasıl oluyor da tüm dünyanın örnekleri ve acı deneyleriyle yakından bildiği darbeler halen gerçekleşebiliyor, nasıl oluyor da dünyanın “demokrat” geçinen birçok ülkesi tarafından “sessiz kalarak” desteklenebiliyor? Buna elimden geldiğince basit yanıtlar vermeye çalışayım. Öncelikle yaşadığımız dünyadaki egemen üretim ilişkisini anlamak gerekiyor. Bu üretim ilişkisi “karın devamlılığının esas olduğu, hatta tek kutsal amaç olduğu” bir sistemdir. Bu sistemin devam etmesi için, bu sistemin politikacıları darbelere ve darbecilere karşı sürekli ikili bir yaklaşım içindedirler. “Kimin yöneteceği” konusunda bazen darbecilerle karşı karşıya gelirler, ama kendileri için uygun bir zemin yarattıklarına inandıklarında, o darbecileri yanı başlarında korumaya, yaşatmaya devam ederler. Kitlelerin demokrasi taleplerine kulak verip onlarla birlikte davranmaktansa kendi cellatlarını, kendi elleriyle koruyup kollarlar. Kendilerine dokunmayan, ya da kendilerinden uzaklarda yaşayan darbecilerle kol kola girip kuzu sarması olmayı yadırgamazlar. Bu ülkenin seçilmiş başbakanı, Sudan’da seçilmiş El Mehdi’yi deviren El Beşir gibi bir darbeciyi ağırlayabilir. Mursi, göreve getirdiği bir darbeci tarafından alaşağı edilebilir. Avrupa’nın en demokrat geçinen ülkesi Almanya, Kenan Evren gibi eli kanlı bir diktatöre Kemal Cemal Altun gibi idam edilecek bir solcuyu teslim etmek üzereyken, bu genç kendini Berlin Emniyet Müdürlüğünün beşinci katından atıp oracıkta ölebilir. Örnekler çoğaltılabilir…
Bu ülkede birçok kesim darbelere karşı doğru bir tutum almayı beceremedi. “Solcu” geçinen bazıları uzun yıllar 1960 darbesini destekledi. Muhafazakar Müslümanların tamamına yakını 28 Şubat 1997 darbesine kadar, askeri darbeleri hiç sorgulamadı. O tarihten itibaren de esas olarak kendi politik varlıklarının tehdit edilmesinin dışında, toplumun özgürlük taleplerine de fazla ilgi duymadılar. Seçilmişlerin çoğu, darbecilerin yeşerip serpildiği ortamı, “sıradan insanların” demokrasi özlemleri ile kurutmaktansa, kafalarında oluşturdukları toplum modeli ile onların “zinde kalmasının” önünü açtılar.
Toparlarsam: Eskiler “her şerde bir hayır vardır” derlerdi. Mısır’daki şerden öğrenilecek tek şey, darbecilerin engellenmesinin yegane yolunun en geniş kitlelerin demokrasi taleplerine kulak verip, buna uygun çözümler üretmektir. Yaşadığımız dünya her yıl bir trilyon dolarlık silah üretilip satılan bir dünyadır. Militarizm ve darbeciler gezegenimizi cehenneme çeviren vampirlerdir, -ve maalesef-karlarını devam ettirmek isteyenlerin de vazgeçilmezleridir. Bugünden yarına bunları tümden yok etmek elbette mümkün ve kolay değildir, ama darbecilere karşı çifte standardınızın devam ettiği, kitlelerin demokrasi çığlıklarına kulak tıkadığınız sürece onları politika dışına itme şansınız da yoktur. Şimdi, “tüm darbecilerin canı cehenneme” deme zamanıdır.