Seyyah, bir gezinmeci değildir. Gezdiği yerlerin koleksiyonunu yapan bir mekan oburu hiç değildir.
Arkasına pervaneli motor takılmış gibi oradan oraya yelip yortan, gittiği gördüğü her yerin fotoğrafını çeken, kameraya kaydeden, mekanla sadece bir al gülüm ver gülüm cinsinden tüketim ilişkisi kuran bu enteresan yaratığa biz turist diyoruz…
Turist dediğimiz turlama sanatçısı, para karşılığında özel bir mekanda profesyonel emekçilerin hizmetiyle cinsel arzularını tatmine çalışan bir zamparadır. Çiçekten çiçeğe konmasındaki ve çiçeklerin her anını kare kare kaydetmesi mekanla kurduğu gayrımeşru ilişkinin tatminsizliğinin telafi çabasından başka ne ki! Seyyahın mekanla buluşması, özü aşktan beslenen bir tefekkür, fark etme, yitirdiği kendini bulmaya çalışma muaşakası, bir tür halvet curnatasıdır… Seyyah mekanla, bir yerle, bir diyarla sırf gezme-görme-bilgilenme saikiyle bağlantı kurmaz… Sadece fiziksel ihtiyaçlarının anlık tatminine amade bir aşufte değildir mekan onun için… Turiste sadece etini sunan mekan seyyahla konuşur, ona ruhunu açar, arkasındaki sırlardan fısıldar. Lakin onu dile getiren bir ince bakıştır. Bir latif dokunuş. Yüzündeki duvağı kalbin elleriyle kaldırış.
Yeri gelmişken söyleyeyim ki, fotoğraf makinesi sürekli elinde, kamerası belinde, bunlar da yoksa cep telefonu şipşakçısı daim yanında bulunup her yeri her şeyi çekmeye, mekanik hafızaya kaydetmeye çalışmanın, mekanı ve anı ‘dondurup’ bunları albümlere doldurmanın göründüğünden çok daha büyük anlamları içerdiğine gitgide daha çok inanıyorum. Turist denilen varlık türedi türeyeli (ki kendisi bir ‘made in West’ yani gavur icadıdır) zamanı ve mekanı bir tuvalde, bir karede, bir eskiz defterinde dondurmak adeti olagelmiştir. Çünkü, turist psikolojisinde mekanı ve zamanı kendinden dışarıda bilmek, hariçte tutmak vardır.
Sen bir özne ve mekan da bir nesne, ve sen nesneyi bir şekilde kendinle ilişkilendirmek istiyorsun. Çünkü bu istek senin mayanda var, ve bu istek aslında mayana mekanla bütünleşip kendini keşfetmek, zamanla mekanın ustasının hünerlerini okuyabilmek için konulmuş bir özellik. Fotoğraf çekerken ya da kameraya alırken tefekkür etmiyorsun, gördüklerini okumuyorsun, duygularınla baş başa kalıp onları sonuna kadar çalıştırmak suretiyle içine doğru bir derin yolculuğa çıkmıyorsun.
Mesela, antik bir harabenin karşısındasın ve her turist gibi enstantaneler çekiyorsun, ama o harabenin kendine özgü diliyle haykırdığı dünyanın, insanların, hırsların, debdebenin, ihtişamın topunun birden fani olduğu hakikatiyle o dakikada yüzleşmiyor, bunu duygularının ta derinlerinde hissetmiyorsun.
Çünkü, sen bir turistsin, yani profesyonel gezinme sanatçısısın, ‘çektin ve bitti.’ Senin işin çekince biter, rehber kitapçıktaki paket bilgileri okuyunca biter, dondurmak için mekanik beynin derin dondurucusuna atmak yeter.
Deklanşörde bir ‘çlink’ sesi duyulur, flaş patlar ve işlem tamam. (Fermuarını çekebilirsin bayım, bu kadar!) Şu kadarını söyleyeyim ki elimiz deklanşörde ya da kayıt düğmesindeyken kalbimiz kayıt dışı, düşünme melekesi devre dışı, duygularımız da saf dışı edilmiş demektir. Çalışan sadece gözlerimizdir, bir de çekmenin anlık şehveti, o kadar.
Seyahati şefaat manasında anlayan Evliya Çelebi bu anlamda seyahat ettiği her yeri ‘çeker’ miydi? Sanmam. Turist tiplemesine en yakın örnekmiş gibi duran Evliya, Seyahatnamesi’nin neredeyse her sayfasında gezdiği gördüğü yerlerin hikmet inceliklerini bir bir nazara verir, ilahi kelama, peygamber sözüne sürekli göndermelerde bulunur. Sanki o gittiği her yerde Allah’ın muhteşem galerisinde dolaşıp aklını ve kalbini bu galerinin duvarlarına bir aynaleyin tutuyor gibidir. Yani mekanla kurduğu ilişki, profesyonel anlamda bir oynaşma değil, bir nazdar güzelin haremine girmenin adap ve zarafetini haizdir.
Endülüs’ten çıkıp diyarlar, şehirler, kıtalar aşan Muhyiddin-i Arabi’yi büyük eseri Fütühat-ı Mekkiyye’nin ilhamına vesile olan Mekke’de Haceru’l Esved’in fotoğraflarını çekerken mi hayal eder, yoksa alnı secdede gözyaşları içinde hayret ve haşyete garkolmuş bir halde mi gözünüzde canlandırırsınız? Gözlerinin derinliğinde baktığı her yerde her şeyde O’nu soran bir hakikat yolcusunun yanında hikmetle bakan gözden başka fotoğraf makinesi, ilimle ve fikirle teemmül eden bir kalpten başka kamera mı bulunur? Sorarım size ey yarenler…
Seyyahla turist arasındaki fark derindir, hatta o kadar derindir ki iki ayrı medeniyet anlayışının ve pratiğinin yansımalarını dillendirir gibi iri kıyım bir söz edeceğim ama sevgili dostumuz Yusuf Kaplan’ın kapsama alanına girmekten çekiniyorum. Eh ne yapalım, biz meselenin sadece fotoğrafını çektik. Efendim!
Son söz: Allah kimseye çektirmesin…
Not: Deniz Feneri Derneği’ni temsilen kurban organizasyonu vesilesiyle gittiğim Etiyopya’dan bu sabah döndüm. Seyahatim bana bu yazıyı yeniden hatırlattı, bu hatıratı sizlerle de paylaşmak istedim. Etiyopya izlenimlerimi bilahare (Çarşamba gününe) inşallah etraflıca paylaşma niyetindeyim. Muhabbet daimi olsun…