Atlara ilgisi çocukluğunda başlamıştı. Konu ciddileşince; baba, “Genlerinden geliyor.” Diyordu. Dedesi at beslemiş ve yarışlara katılmıştı.
Hakan’ın ilk okul sıralarında olduğu hâlde, kalbi at diye çarpıyordu. Okula gitmek istemiyor ve “Okul ömür törpüsü.” Gibi boyundan büyük laf ediyordu. Anneyi baba yatıştırıyordu. Baba, “Okul çağına kadar attan başka oyuncağı var mı? Diye soruyordu.
Baba, kiminin çocuğu doktor olmak için koşar, bizimki de at peşinde koşar.” Dedi.
Anne oğlunu atlardan uzak tutmak için, her yolu deniyordu. Tatillerde gitmedikleri turistik yer kalmamıştı. Avrupa ve Amerika dahil olmak üzere. Ayrıca oğlunun hoşlandığı tüm vaatleri peş peşe sıralıyordu. Buna rağmen Hakan, Nuh diyor, peygamber demiyordu.
O gün, annesiyle mutfaktaki bağrışmalarından yağmurun sesini duymadılar. Anne at ile ne kazanılır, yok öyle bir hayat, diyordu. Hakan annesini dinlemiyor ve odasına kaçıyordu. Anne küplere binse de elinden bir şey gelmiyordu.
Ansiklopediyi karıştırıyor ve atın özelliklerini okuyordu. Esneyerek kalkıyor ve begonya çiçeğinin büyüdüğü saksıyı pencereden aşağıya atıyor. Hakan’ın rüyasında bile at vardı.
Anne psikologları su yolu yaptı. Yine de oğluyla ilgili olarak bir karış yol alamadı. Çocuğunu hiçbir şeyden vazgeçiremedi. Anne akla karayı seçiyordu. Ne yaptıysa boşunaydı. Artık sessizliğini koruyarak ağlıyordu. Ablasının oğlu gibi, Hakan’ın da mühendis yetişmesi için, Almanya’da okutacaktı. Büyük emeli vardı.
Okulda ise Hakan seyis diye çağrılıyordu. At için, öğrenmediği bilgi kalmamıştı. Öğretmeni de olayın farkındaydı. Anne ve baba, “Çok istersen olmuyor.” Diyorlardı.
Ailenin yaşadığı problemin çözümüne öğretmeni de katılmıştı. Öğretmeni de her bilgiyi aileyle paylaşıyor ve elinden geleni yapıyordu. Öğretmeni “Rahat bırakın, kontrolünüzde olsun. Nereye gittiğini ve ne yaptığını bilelim.” diyordu. Baba da aynı düşünüyordu.
Hakan ilkokulu bitirdiği yıl annesi onu Almanya ve Fransa’ya götürmüştü. Avrupa’dan döndüklerinde, Hakan at almak istediğini babasına bildirdi. Hakan babasını ve öğretmenini at yarışlarına götürdü. At yarışlarında nelerin olduğunu anlatıyor, profesyonel bir at yarışçısı gibi davranıyordu. O akşam öğretmen misafirleri oldu ve genel konuştular bu konuya girmediler. Ertesi gün “At alma” konusu gündeme geldi ve anne sinirlerine hâkim olamadı ve Hakan’ı iyice dövdü. “Olmaz olsun senin gibi çocuk.” dedi.
Baba her zamanki gibi araya girdi ve olayı kısmen yatıştırdı. Hakan’ı çekti ve “Bari tay alalım da onu sen büyütürsün.” Dedi. Hakan ikna olmuş gibi görünse de oturduğu koltukta bayıldı. Hemen hastaneye kaldırıldı ve serum bağlanarak ayılması sağlandı. Hastaneden sonra Hakan yemeden, içmeden kesildi. Doktor isteğinin yerine getirilmesini tavsiye etti. “Aksi hâlde bayılırsa ayılmayabilir.” Dedi.
Hakan babasının tay alma teklifini kabul etti ve çiftlikleri gezmeye başladılar. Hakan’ın babasının teklifinden sonra yüzünün rengi yerine geldi, soluk alışverişi normalleşti. Yazlık evin yakınına at ahırı yapmayı planladılar.
Anne içine kapandı ve artık olanlara aldırış etmiyordu. Fakat baş ağrısında başka bir şey hissetmiyordu. Sabah kahvaltısı bir bardak çaydı. Anne kalktı, içinin rahatlaması için, pazara gitti. Pazarcıların bağrışmaları arasında sebze ve meyve tezgâhlarını gözledi. Tezgâhlardan birinin yanında sakat arabasındaki çocuğu gördü. Onu biraz izledi. Çocuğun eli ayağı sarsaktı ve konuşamıyordu. Çocuğa yaklaştı. Annesine selâm verdi, iyi günler diledi. Meyvelerden ikişer tane verdi.
Anne eve biraz daha rahat döndü. Karışmayacağım ne isterse yapsın dedi. “Çocuğum sakat da olabilirdi.” Dedi. Kendi kendine konuşmaktan vazgeçmişti. Oğlunu beyninin kenarında tutuyordu. Babasıyla gittikleri çiftlikten kırmızı bir tay almıştı.
Tay onun için, hayat kaynağı, hayallerinin süsüydü. Hayalinde veya rüyasında atının şampiyon olmasını düşünüyordu. Seyis tayla birlikte büyüyüp serpildi ve delikanlılık çağına girdi. Tayını koşturuyor ve onu takip ediyordu.
Davranışlarının ölçüsünü kestiremiyordu. Yoksa anne ve babasını ihmal mi ediyordu. Baba anneye, “Çocuk belki aklı başına gelir.” Diyordu. Babasıyla at konulu resim sergisine gidecekti. Sergi yağlı boya çalışmasıydı. Sergide her tablonun önünde durdular ve yorum yaptılar. Fakat şaha kalkmış at tablosunun önünde belki bir saat durdular. Babasına bildiklerini anlatıyordu.
Seyis “Tayının yaşı uygun olduğunda hemen yarışa katılacağım.” diyordu. Tayına ben gül adını vermişti. Hakan yirmi dört saat ben gülün yanındaydı. Anne yoruldum diyordu. Her gün bir sonraki günü aratıyor, manen bittim.” Diyordu. Hakan ise hiç esnemiyordu. Tayı büyütmeyle meşguldü. Hiçbir şeye aldırmıyordu. Baba ise çareyi ilgilenmemekte buluyordu.
Seyis ben gülünü yıkar temizler ve kurulardı. Onlar için iki gönül bir olmuştu. Ben gülün ahırı güzeldi. Soğuklarda elektrik sobasını yakar, hayvanını hiç üşütmüyordu. Vitaminini hiç eksik etmiyordu. Sağlığı için elinden geleni yapıyordu. Deneyimli seyisleri ahıra getirir ve onlara ben gülünü kontrol ettirirdi. Ayrıca tanıdığı çiftliğe götürür ve ufaktan koştururdu. Çiftlik sahibi dedesinin arkadaşıydı.
Hakan yarışacağı yaşı iple çekiyordu. Rüyasında birinci gelmişti. Ona sen küçüksün diye birinciliği vermemişlerdi. Ağlayarak uyandığında ter içinde kalmış, rüya olduğunu anlayınca da sevinmişti. Bir gün annesini de alıp babasıyla at yarışlarına gittiler. Annesi yarışlardan sonra konuşmak istemedi. Boğazı düğümlendi, ağlamak istedi ve ağlayamadı. “Çocuğum bunlar arasında mı olacak.” dedi.
Anne artık idealinden uzaklaşmış, hiçbir şekilde yönlendirmede bulunmuyordu.” Güzel günler kayıp kötü günler kapımızda.” Diyordu. Yüreği Almanya’da mühendis olan ablasının oğlundaydı. Yüreğim paramparça oldu.” Diyordu. Basit bir makine gibi, gündelik işleri yapmaktan da acizdi.
Hakan ben gül ile zamanını geçiriyordu. Gömleği at kokmaz sa çıkarıp atıyordu. Öğleden sonra ben gülünün yanından geldiğinde her zaman ki gibi annesi üzgündü. Annesine hava karardı, bulutlar alçalıyor dedi. Yağmur geliyor, kapıyı toplayalım dedi. Babası da geldi. Yıllar sonra ilk defa birlikte yemek yediler. İri taneler evin çatısını sarsıyordu. Rüzgâr yağmurla beraber etkili oluyordu. Hakan tayına gitmek istediyse de baba korktu, göndermedi, “Fırtına geçsin.” Dedi.
Fırtına tüm şiddetiyle devam ediyordu. Hakan gitmek istedi. Baba yine “Gidemezsin, fırtına geçsin.” Dedi. Hakan babasına “Yağmurun kalacağı yok, bakmam lazım.” Dedi. Kapıya yürüdü ve açtı, çıkıp gitti.
Yağmurun sesi çevreyi sarmıştı. Büyük gürültü geliyordu. Baba, dışarı çıkmamalıydı. Biraz daha beklese belki geçebilirdi. Baba “Fırtınanın dinmesini bekleyeceğiz.” Dedi. Anne biraz garip baktı ve “İlk defa yağmurdan korkuyorum.” Dedi. Yarım saat sonra fırtına kesildi. Dışarı çıkmak için hazırlandılar. Akşam karanlığı yeni etkili olmaya başlamıştı. El fenerini de aldılar. Ahıra doğru yürümeye başladılar. Ahıra iki metre kala, oldukları yere adeta çakıldılar. İkisi de bir anda, “Ahır yok olmuş.” Dediler.
Ahırdan ve Oğlundan eser yoktu. Ahırın arkasındaki ağaçların yerinde de yeller esiyordu. Anne ve baba ne yapacaklarını bilemediler. Anne sesi çıktığı kadar ağlamaya başladı. Baba komşulara koştu. Arkadaşları toplandı ve gerekli yerlere haber salındı.
İlgililer gelene kadar, ahırın tahta parçalarını aşağıdaki düzlükte buldular. Oğlu ile tay yan yana toprakla örtülü olarak yatıyordu.
Anne ve babanın mühendis ve Hakanın da at yetiştirme hayalleri ve birinci olma isteği de buraya kadardı.
İşte hayat.
Hasan TANRIVERDİ