Geçenlerde bazı müderris arkadaşlar medreseye ziyarete gelmişlerdi.
Ben de öz eleştiri yapıyordum. Bununla beraber eski(meyen)lerden ve samimiyetlerinden ve bu erdemli davranışlarının geri dönüşlerinden bahsediyordum. Bunu yaparken günümüzle de kıyas yapıyordum. Ve tabiri caizse “Keşkî meşke teşbih” edercesine zorlamalar yapsak da bir türlü o kıvamı tutturamıyorduk…
Arkadaşlardan birinin içten içe rahatsız olduğunu sezdim. Kendisine dönüp kimde okudunuz hocam diye sual ettim.
O da (geçen hafta vefat eden- o zaman daha vefat etmemişti. Allah rahmet eylesin.) merhum seyda Molla Zübeyr’de okuduğunu söyledi. Tabi seydayı çok iyi ve yakinen tanımam dolayısıyla hemen ikinci soruyu sordum: Yanında okuduğunuzda seyda nasıldı? Yani bedenen ve sıhhatten. Zira seyda son demlerinde yatağa düşmüştü.
Dedi ki gayet iyiydi…
Ve konumuz açısından en önemli olan soruyu sordum. Elini vicdanına koy ve söyle; Vicdanen inanmayanlar bile seydaya itimat ediyorlar mıydı? Zira seydanın yaşadığı çevrede müslüman olmayanlar da vardı.
Hoca dedi ki; evet.
Gerçekten de öyleydi. Müslüman olmayanlar bile seydanın hükmüne, vicdanına güveniyor ve inanıyordu. Benim de yakinen bildiğim bir şey, Müslüman olmayanlar bile müslümanlarla bir sorun yaşadığında: “Seydaya gidelim o ne derse o” derlerdi. Zaten cevabını bildiğim bir soruydu. Fakat şimdi müslümanlar bile bize güvenmiyor veya çok azı güveniyor dedim. Zira istatikler ve anketler bunu açıkça gösteriyor maalesef dedim.
Ve ekledim. Maksadım camiayı/birilerini kötülemek değil, kaybettiklerimizin nedenini sorgulamak ve sadece kendim üzerimden yapacağım öz eleştiriyi arkadaşlarla paylaşmaktı… Zira neyi nerde kaybetmişsen orda aramalısın demişler, dedim.
Dedim amma hoca seydadan verdiğim örnekten çokça etkilenmiş olmalıydı ki artık yüzündeki o bakış başka bir duruma ç/evrilmişti. Anladı/m…
Hem seydayı anmak (bir fatiha okumak ve dua etmek) hem de haliyle hallenmek umuduyla bu yaşanmışlığı anlattım ki bundan sonra okuyacağınız alıntıya da bir altyapı oluşsun:
Bugün okuduğum bir yazıydı, ne kadar doğru; onu Allah bilir artık. Ancak Kur’an ve Sünnet’in o kadar üzerinde durduğu emin ve güvenilir müslüman kimliği açısından son derece önemli ve manidardır. Yazıya göre;
Konya’da Hayk Efendi adında Ermeni bir fırıncı varmış. Bu fırıncının veresiye defterinde hiç müslüman adı olmazmış. Durumu bilen soydaşı Nubar Efendi bunu hem yadırgamış, hem de kıskanmış ve sebebini sormuş. Hayk Efendi de ona; “Bunlarda kul hakkı kokusu var, haram yemezler. Onun için kayda gerek yok.” demiş.
İşte Müslümanlar tarihte Endonezya, Malezya gibi ülkeleri ordularla değil, sadece bu güvenle fethettiler. Bugün ise müslüman adını taşıyanlar; hırsızın, arsızın, dolandırıcının, haramzadenin, hak tanımazın, borç bilmezin, asla güvenilmezin, zalimin yandaşının ismi oldular maalesef.
Gittikleri yabancı ülkelerde de kötü insan örneğinin öncüleri haline geldiler. Evet, Kur’an ve Sünnet’in vasfettiği Müslümanlar da var hamd olsun. Fakat çok esef vericidir ki bu vasfı yitirenlerin gölgesinde görünmez oldular.
Allah bize tekrar, gayrimüslimler tarafından bile borcunun yazılmasına gerek duyulmayan o emin ve güvenilir topluluk olmayı nasip etsin inşallah.