Bu kez daha önce hiç görmediğim, bana yabancı olan bir odanın penceresinden selamladım kendimi. Çok değil sadece bir kişinin eksilmesiydi benim bütün kendime acizliğim. Bazen kendime, bazen de kaçışlarıma kızıyordum daha çok. Hatta kızmakla yetinmeyip, her defasında daha çok acıyla başbaşa bırakıyordum kendimi. Şunu farkettim ki; herkes kendine yaparmış bu hayatta. Acı ya da tatlı kendimize reva gördüğümüz her ne ise; en çok kendimizden başlarmışız. Ve en çok kendimizi yok sayar olmuşuz bir kişiye teslim olunarak.
…
Evet, gitmez dediklerim gitti
Kalmaz dediklerim solumda şimdi…
Üzerine hayat kurulan hiçbir sevgiyi kabul etmiyorum. Belki yok olmuş, belki yarım kalmış ama hep gözyaşlarıyla teslim olunmuş bir aşk. Nice mektuplar yazıldı kimbilir adına? Kimisi okunmuş, kimisi sahibine ulaşmadan yırtılıp çöpe fırlatılmış…
Tek taraflı yaşanan duygulardan hiç bahsetmiyorum bile. İnsanların yüzü ne çok şey anlatır kimilerine değil mi? Hayat çizgisi diye tabir ettiğimiz kırışıklıklarımızdan başlarız önce kendimizi incelemeye. Sonra bitmek bilmeyen hüzünlere kaptırırız kendimizi. Gözlerimiz bir an dalar gider yaşanan mazilere.
Ne çok?
Ne çok kendimizi değersiz kılmışız yok yere değil mi? Kaybedilen zamanlarımızı, tamamlanamayan, eksik kalan işlerimizi, yarım kalan sevdalarımızı bile düşünür dururuz.
Artık kelimelerin sesi kısılmış, kimselerin sesi duyulmasın diye sadece hoparlöre ses verir olmuşuz. Şarkılar bizi doyuruyor gibi. Sözleri kimi zaman acıtsa da, acıların üzerine tuz basar gibi sızlatsa da, inadına ses verdiğimiz bir çok şarkı var dilimizde. Avaz avaz bağırarak eşlik ettiğimiz slow parçalar, ya da hareketli… Sözlerinde kendimizi bulduğumuz, bulduğumuz anda da sözlerinde kaybolduğumuz ah ne çok şarkı…
Sen benim büyük sevdam, gönlümde kalan, hep sızlayacak olan bir yarasın sevgili.
Sen nasıl sevildin?
Nasıl geldin?
Ve nasıl kaybolup gittin bir anda hayatımdan?
Ve geride bıraktığın uçsuz bucaksız kaybolan hisler…