Bu yazımı yazmama sebep olan olayı anlatarak başlayayım;
Bitişik apartmanda oturan bir orman muhafaza memuru emeklisi her yıl güzün meşe, gürgen, pelit kütükleri getirir. Beş-on gün meydanda yığılı durur. Sonra bir Pazar saat on sularında iki biçki motorcu gelir, beş-altı saatte odunları doğrayıp giderler.
Bu arada mahalle gürültüden geçilmez.
Son iki yıldır zabıtalar gelir, esip gürlerler sonra giderler. Bu arada adam işini bitirir. Belli ki şerbetlenmiş. İşini iyi biliyor.
Geçen gün şehre inerken yolda arabama aldım. Dairesine doğalgaz bağlattığını ve o sabah da kombiyi yaktığını, evinin pek de güzel ısındığından bahsetti.
Daha odun yakmayacaksın yani. Dedim.
Bu yıl odunum var, onu bitirip gelecek yıldan itibaren doğalgazla ısınacağım dedi. Peşinden ilave etti, odunu getirdiğimde şerefsizler beni şikâyet ediyor. Daha odun getirmeyeceğim.
Kaçak odun getir, sonra milletin istirahat zamanı odunu doğramaya kalk. Şikâyet edip vatandaşlık görevini yapana da şerefsiz diye hakaret et. Olay özetle bundan ibaret.
Bu konuyu neresinden ele alalım? Yıllarca şehirde olan ama şehirli olamamış adamı mı?
Emekli olmasına rağmen görevini kötüye kullanmaya devam eden orman memurunu mu? Yoksa onun arka planında kurumların kokuşmuş hallerini mi?
Amacının şehir sosyal yaşamını düzenleme görevi olan belediye zabıtasının vurdumduymazlığını mı?
Ya da şehrin yol, su gibi maddi yapılarının yanı sıra kültürel yapısını ve sosyal yaşamını iyileştirmesi ve geliştirmesi gereken belediyelerin bu alanda görev bilincinden bihaber olmalarını mı?
Bu sorun, yani şehirleşmeyi binaların dikilmesi zanneden biz şehirde yaşayanların yanı sıra,
bizi idare eden belediye ve ilgili birimlerinin de bu zihniyette olmaları aslında; Biz avamdan çok bizi idare edenlerin zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Demektir.
Konuyu başka bir alanda devam edelim;
Toplumumuz öyle politize olmuş ki… Kendi kutsalımızı yaratıp, onu kutsayarak toplumu ona tabi etmeye çalışıyoruz. Hâlbuki toplumun her alanını kucaklayacak ortak alanlara, kültüre yani
ortak yaşam anlayışına ihtiyacımız var. Ve gelecek kuşaklara miras bırakacağımız şeyler de bunlardır.
Mesela,
Orta yaş ve üzerinde olanlar bilirler; 80’li yıllarda sahildeki parka ( nereden icap etti ise) birileri Atatürk adı koymuşlar. Bu ad konulduğunda orası ayyaş, berduş yatağı idi. Atatürk’e orayı nasıl layık görmüşler o da ayrı
muamma.
Atatürkçüler sırf bu ad
konuldu diye orayı kutsadılar. Başka bir amaç için kullanılmasına ve düzenlenmesine de karşı çıktılar.
Yine AKP iktidarına bakıyoruz (siyasi ve dini) yeni kursal mekânlar yaratmaya çalışıyorlar. Öyle bir kutsuyorlar ki elleyen yanar alimallah.
Ama Çamlığa, Ayanikolaya ve mesela Feneraltına gelince rantiye alanı… Hani nerede ise diyecekler ki “ avanaklar malı yiyememişler.”
Ama bilmezler ki,
Her mezhepten, her meşrepten insanların yaşadığı şehirlerin oluşturduğu ortak kutsal alanlar vardır. Bu ne dini ne de ideolojik alanlardır. Ve bu alanlar zannedildiği gibi “ol dedim oldu” demekle olmadı. Uzun yılların emeği ve birikimi vardır.
Bu alanlar geçmişin geleceğe mirasıdır. Biz yani bugün yaşayanlar emanetçileriz. Elbette zaman içerisinde bu alanlarda yeni düzenlemeler, katkılar yapılabilir. Olmalıdır da… Ancak ruhuna dokunmadan ve ortak miras özelliğini kaybettirmeden…
Bir anımı hatırlayarak yazımı noktalayayım,
12 Eylül döneminde Cumhuriyet Meydanındaki Atatürk anıtına yer ararlarken, zamanın apoletli belediye başkanı Çınar ağacını kesip yerine Atatürk heykelini dikmek istemişti.
Geçen gün Face’de abuk sabuk bir haber okudum. Diyor ki; Fatih Sultan Mehmet Trabzon’u fethetmeye giderken meydanda otağını kurduğunda mahiyetine “ burada ağaç neden yok? Tez buraya ağaç dikile.” Neden illa ideolojik kutsama yapıyoruz? Hayatın kendisi kutsal zaten… Bir an Fatih olsam derim ki “belediyeciler tez şehirleşe.”