Ne zaman mart ayı gelse hep aynı hatıra canlanır gözümde. Sanki daha dün gibiydi…
Köyümüze okul açılması haberi gelince okul çağında çocukları olan ailelerde bir telaş başladı. Ben okul ne, niye okula gidiliyor bilmiyordum. Hatta çok kişi gibi illa ben de okula gideceğim diye tutturan biri değildim. Daha doğrusu benim dışımda başkalarının yaptığı iş beni hiç ilgilendirmiyordu.
Beklenen vakit geldi. Okul açıldı. Okullar demiyorum bir tane okulumuz vardı. Okul dedimse evden bozma bir şey. Metruk bir bina içine yerleşmiş beş sınıf. Öğretmenimiz bizi sınıf sınıf ayırdı. Aynı oda içinde farklı sınıflarda bir öğretmen ile ders görmeye başladık.
Öğretmenimizin kıyafetleri hiç kırışık olmazdı. Çocukluk muhayyilem ile bunu anlayamıyordum. Ütü denilen şeyden habersiz olduğumuz için bazı kıyafetlerin kırışık olmamasına bir anlam veremiyordum.
Öğretmen birinci sınıflarla ilgilenirken bazıları resim yapıyor, bazıları yazı yazıyor, bazıları da önlerindeki kitaba sessizce bakıyordu. Daha doğrusu ben öyle sanıyordum. Meğer sessiz sessiz kitaba bakanlar gözleriyle kitabı okuyormuş. Bunu çok sonra öğrendik. Çünkü öğretmenimiz bize de sessiz okumayı öğretti.
Okulumuzun daha doğrusu ortak olarak kullandığımız sınıfımızın bir duvarında “Mevsimler Şeridi” diğer tarafında da “Çağları” gösteren uzunca bir kâğıt vardı. Biz okumayı öğrendiğimiz halde mevsim şeridi denilen şeyin ne işe yaradığını bilmiyorduk.
Eylül, ekim, kasım derken birinci dönem sona erdi. Belli aradan sonra okula tekrar başladık. Her gün daha hızlı okuyor, üstelik çok heceli kelimeleri bile okuyabiliyorduk. Gün geçtikçe okumamız düzeliyor, hatta okuduğumuzu anlıyorduk.
Ve takvimler mart ayının birini gösterdiği vakit öğretenimiz sınıfa daha doğrusu bütün sınıflara hitaben; “Bugün mart ayının ilk günü. Yani ilkbahar mevsiminin başlangıcı” dedikten sonra duvarda asılı mevsimler şeridini elindeki “Gösterme çubuğu” ile göstererek; “Bakın mart, nisan mayıs” bahar aylarıdır. Ağaçlar çiçek açmış, her yer yeşermiş, güneş daha parlak” gibi kısa bir nutuk irad ettikten sonra bize ilkbahar mevsimin geldiğini söyledi.
Ben hemen sararmış yerdeki; eylül, ekim, kasım aylarının sonbahar mevsimine ait olduğunu; kartopu oynayan çocukları bulunduğu yerde; aralık, ocak ve şubat ayları olduğunu gördük. Bu aylar da kış mevsimine aitmiş.
Daha güneşli olan ve denizde yüzenlerin olduğu aylar ise; haziran, temmuz ve ağustostu. Bu ayların tamamının yaz mevsimini temsil ettiğini öğretmen izahatta bulunmadan muhakeme yoluyla anlamıştık. O zamanda telefon, televizyon gibi düşünmeyi dumura uğratan cihazlar olmadığından, muhakeme yapmak daha kolay oluyordu.
Yine mart ayı geldi…
Bazı ağaçlar yaprak, bazı ağaçlar çiçek açtı.
Bölgelere göre sıcaklık hissedilir derece arttı.
Yani takvimlere göre ülkemize bahar geldi. Ancak elim bir musibetin zuhuru ile ne baharın farkına vardık ne de yaza girecekken bile şevkimiz kalacak. Binlerce can toprağın altında kaldı. Maalesef çoğunun na’şına bile ulaşılamadı.
Baha gönle gelirse bahardır. Yoksa Recaizade Mahmut Ekrem’in “Geldi amma neyleyim, sensiz baharın şevki yok” mısraı aklıma geldi.
Bahar gönle gelirse bahardır. Yoksa insanda şevk mi bırakır…