Başlık pek bir şairane ya, bendenizin duygular dünyasında yarı baygın gözlerle melankolik bir yazı yolculuğu sunacağımı zannedenler ne de çok yanılıyor. Evet biliyorum, bu tür başlık atmalar, çiçek açmış bir ağaca bakmalar, yıldızlı bir gökyüzünün seyrine dalmalar şairlere ve aşıklara bırakıldı bu çağda. Nedense sadece onlara has romantik (yani çocuksu ve naiv) işlermiş gibi anlaşılıyor çoğunluk tarafından. Eskaza, “Dün akşam ayın halesi vardı, yıldızlar da pek bir berraktı, epey bir seyrettim” filan gibi bir cümle sarfetmeye görün, hemen bakışlar değişir, dudaklar bükülür. Özellikle kendini ciddi işlerle uğraşan kallavi heriflerden sayan bazı kalaslar, size hafif küçümsemeyle bakarlar. En fazla şunu söylerler: ‘Duygusal bir arkadaşa benziyorsunuz!’ Eh, bunun yanında kimi çok bilmiş aklıevveller de sizin ‘çiçek böcek edebiyatı yapan’ familyadan olduğunuzu düşünür, hemencecik kategorize eder ve kendisinin vatanı, milleti, ümmeti kurtarma yönünde acayip reel politik filan yaptığını zannederek rahatlamayı tercih eder: Beni kategorize et, relaks ol bayım, rahatla! Çoğunlukla kadınlar, bu tür cümlelere bayılır: ‘Ayyy ne romantik erkeeek.’ diye düşünür ve hemencecik evdeki adamın kendine sık sık çiçek almadığı, özel günlerinde tıpkı dizilerde olduğu gibi tek taş yüzük getirmediği, akşam eve gelince mart kedisi gibi bakmadığı, dizinde şiirler okumadığı gibi çağrışımlara garkolurlar.
Başını yerdeki küçük karınca yuvalarıyla meşguliyetten kaldırıp, aya, yıldıza, güneşe bakanların, mevsimlerin farkına varanların, yolun kenarında çiçek açmış ağacı fark eden gözlerin ve gönüllerin, çocuksu bir duygusallıkla yaşayan ya uçuk bir şair, ya da ayakları yerden kesik romantik bir kişi olarak algılanması ne büyük faciadır. Neyin küçük ve önemsiz, neyin büyük ve önemli olduğu konusunda ciddi bir karmaşa yaşanıyor zihinlerde. İnsanın dünyada bulunuş gerekçesine dönük işler, küçük ve önemsiz, dünyanın zavallı, gel geç kavgalarına ait şeyler önemli ve büyük sayılıyor.
Televizyonlardan bangır bangır, radyolardan zangır zangır, gazete ve dergilerden haldır haldır bunlar haykırılıyor, ve dahi höykürülüyor. Kalbiyle ve kalbi için düşünen, dışarıya (afaka) da içteki bir pencereden bakan ne de azdır. Ya siyasetle, ya ekonomiyle, ya bizi (o ‘biz’ kimsek) dış güçlerin mahvettiği fikriyle, ya da sosyolojik, morfolojik, strüktürel yataysal ve dikeysel açılımlarla aklını ve kalbini sarhoş etmiş ne çok kişi görüyorum. Bahara bakmak farzdır efendiler! Üstümüzden kuşlar gibi geçip giden mevsimleri oku’mak vazifemizdir. Gökteki aya nazar etmek, en az toplumsal ve politik olayları analiz etmek kadar elzemdir. Dış mihrakları, ülkeyi içerden yıkan iç güçleri düşünüp dertlenmek kadar, nefsinin tam ortasına kurulmuş düşmanlarına, aileni senden alan güçlere, çocuğunu senden çalan mihraklara yoğunlaşman ödevindir. Allah’ın her yerde bir ayet ve işaret olarak, kudretinin ve rahmetinin nişanesi olarak, enfüsün ve afakın göklerinde dalgalandırdığı sancaklarını, bayraklarını alaşağı etmeye çalışanlar daha çok dikkatini çekmeli değil midir?
Bizi Masonlar, Yahudiler, yerli işbirlikçiler, kötü yönetim, istikrarsız ekonomi v.s. mahvetmemektedir. Bizi mahveden, bir ilahi bayrak gibi dalgalanan şu çiçek açmış ağacı, kalbin ve ruhun neşvesiyle birlikte oku’yamamaktır. Bizi mahveden, sarı çiçekle söyleşememektir. Bizi mahveden, yüreğimizdeki Yahudiler ve Aklımızdaki Masonlardır. Bir bahar bahçesinde, bahar kadar bir ‘marifet’ güldestesi ve tefekkür toplayan bir dünya yolcusu olmaktan uzak düştüğümüz oranda, dünyanın çıkmaz sokaklarında ruhumuzu azıtmaya mahkum olacağız… Bir Cahit Külebi hayranı olduğum söylenemez ama başlığa aldığım dizeler, her baharın arifesinde dilime düşer ve fikrimden nice nice şeyler geçer. Bilhassa, ilk ikisinin devamında gelen dize beni ziyadesiyle meşgul eder: Sen de çiçek açtın erkenden küçük zerdali ağacım aklın ermeden.