Küçük kızım liseyi bitirdiği zaman okumuştu yazdığım kitabı.
Bana ilk sorusu şu oldu:
– Baba yazdıkların doğru mu?
Yazdıklarım, hatıralarımdı çoğunlukla. O da o hatıraları kastederek soruyordu soruyu. “Yazdıkların doğru mu” derken böyle bir şeyin gerçekten olup olmadığını merak ediyordu.
Ben “Yaşadıklarımdan” yazdım dediğimde, “Çok tuhaf, inanılır gibi değil” dedi.
Haklıydı.
Ona buğday ekmeğinin belli bir zamana kadar görmediğimizi nasıl anlatabilirdim. Günümüzde, sadece okullarda çöpe atılan ekmeği görünce, içim sızlıyor. Ben bu ekmeği görmediğimizi öğrencilerime bile anlatamadım.
…
Köy çocuğu idik. Herkesin bir ineği vardı. İnek demek nafaka demekti. Herkes ineğine gözü gibi bakardı. Ona katkıda buluna diğer hayvan ise tavuktu.
Bir ineği, birkaç tavuğu, bir evlek yeri olan muhannete muhtaç olmazdı. Kara boğaz her şeyi gönderirdi mideye. Zaten gayret ve çaba “Her gün doymak” içindi.
O zamanlarda “hormon” üretim için keşfedilmemişti. Her meyve ve sebze mevsiminde oluyordu. Sera denilen şeyler daha dünyaya teşrif etmemişti.
Evlerde, üretim dışı bulunanlar; gaz, tuz, şeker, pirinç, makarna gibi şeylerdi. Zaten bunların da çoğu misafir içindi.
Biz önceleri, sıcak mısır ekmeğinin içine tereyağı koyarak yerdik. Çok zaman makarnayı haşladıktan sonra şeker katardık. Bu bizim için farklı bir şey olurdu.
Süte ekmek doğradığımız zamanlar unutulacak gibi değil.
Varlığı tarif edemezdik. Herkes hayatından memnundu. Nasıl oluyordu bilmem ama çok azımız hasta oluyordu.
Zaten ilçelerde doktor bulunmazdı. Önemli tedaviler çok büyük şehirlerde olurdu. Normal vilayetlerde konulamayan teşhis ve tedavi için “Büyük yere gidin” derlerdi. Büyük yer ya Ankara ya da İstanbul’du.
İşte o yıllara ait hatıralarımı yazınca, günümüz insanı pek anlayamadı. Bir masal edasıyla okudular. Hâlbuki ben dünü yarınlara taşıdığımı sanıyordum.
He ne olursa olsun insan devrine ait bir şeyler yazmalı. Belki bir okuyan ve okuduğuna inanan kişiler olur.
Kültür devamlılığı gelişmeye ışık tutar.
Dünü olmayanları, yarınlarından bahsetmek zordur.